13 Mayıs 2013 Pazartesi

Anneler Günü

     Bazı çocuklar evcilik oyunlarında hep 'anne' olmak isterler. Kucaklarında bebekleri, onları doyurup beslerler. Benim de oyuncak bebeklerim oldu elbette ama ben büyüyünce 'anne' olmak isteyen bir çocuk değildim. Hayallerimde evlenmek, çocuk sahibi olmak yoktu. Çok okuyacak, çok çalışacaktım. Hayallerimden aklımda kalan en net karede üzerimde döpiyes, elimde dosyalar var, artık nerede çalıştığımı hayal ediyorsam. Hostes olup dünyayı gezecektim, gazeteci olup türlü türlü kişilerle röportaj yapacaktım, spiker olup ana haber bültenini sunacaktım. Ama asla evlenmeyecektim. Lisede yıllarında bir arkadaşım 'sen böyle konuşuyorsun ama aslında çok anaç birisin' dediğinde gerçekten çok sinirlenmiş, beni hiç tanımadığını düşünmüştüm.
     Arkadaşım beni gerçekten çok mu iyi tanıyormuş yoksa yıllar mı değiştirdi beni bilmiyorum ama ben gerçekten ev, aile, çocuk deyince geride kalan ne varsa elimin tersiyle bir kenara itiveren bir kadın oldum. Çok erken olduğunu düşündüğüm bir yaşta evlendim. Evet ilk çocuk için kendime vakit tanıdım ve hazır hissettiğim zaman anne oldum ama bir an önce ikinci kez anne olmak isteyen bendim. Zamanla annelik hissettiğim en güçlü duygu oldu. En önemlisi canım annemi her geçen gün daha iyi anladım. Her çocuk doğuran kişinin 'anne' olamadığını da gördüm şaşkınlıkla. Ve bu güzel duyguyu yaşadığım için her zaman şükrettim, yaşayamayanlar da yaşasın diye dua ettim. 
     Dün de bir Anneler Günüydü. Bana çocuklarımın biraz daha büyüdüğünü gösteren, gururlandıran, gözlerimi yaşla dolduran, kalbimin mutluluktan pır pır çarptığı güzel bir Anneler Günü.
     Kızımın sesiyle uyandım, gözleri dolu dolu olmuş, titreyen sesiyle bir şarkı söylüyordu: 
          Benim sevgili anneciğim,
          Güzel meleğim biriciğim.
          Beni öper, okşar sever
          İpek tenli anneciğim.
          Benim sevgili anneciğim,
          Güzel meleğim biriciğim.
          Bana ninniler söyler,
          Güzel sesli anneciğim.


     Kızım elinde bir tepsi, oğlum elinde babasının bilgisayarı, yanlarında da suç ortakları eşim yatak odasının kapısında duruyorlardı. Tepside bahçemizden toplanmış güller ve bir tabakta yağda yumurta vardı. Kahvaltıya dışarıya gidecektik ama yine de kızım bana yumurta pişirmek istemiş. Onun şarkısından sonra sıra oğlumun sürprizine geldi. O da benim için bir PowerPoint sunusu hazırlamış. Bir gün önce ısrarla ödev yapmak istemesinin sebebi buymuş. 'Ben yalan söylemem anne, bu gerçekten benim ödevim ama senin için hazırladım' dedi. Bu sunuyu da paylaşmak istiyorum sizlerle. 



     Fonda Sertap Erener çalıyor. O ana kadar sağlam duran ben, artık tutamadım kendimi. Mutluluk gözyaşları akıttım. Sarıldım sıkı sıkı çocuklarıma. Ve bir kez daha şükrettim Allah'a. Sürprizleri bu kadar da değildi. Bir sürü kartlar hazırlamışlar benim için. 'Anka Kuşum', 'Güneşim' demiş oğlum bana. Kızım 'sen beni 9 ay karnında taşıdın, ben seni 8 yıldır kalbimde taşıyorum' diye yazmış. Bir anne daha ne ister? Hediyelerini verdiler sonra. Bir Candy Bag almışlar bana ve bu tamamen kendi fikirleriymiş. Daha önce benim bu çantayı beğendiğimi hatırlamışlar ve babalarına söylemişler. Organize işler yani...
     En mutlu sabahımı yaşadığım yataktan kendimi çok özel hissederek kalktım. Hazırlandık ve kahvaltıya gittik. Kahvaltıda da birbirleriyle didişen çocuklarımı ikaz etmekten geri duramadım, güldüm kendime her koşulda anneliğe devam ediyorum diye düşündüm. İpek Koza Festivaline gittik sonra, hava muhalefetinden festivalin ertelendiğini bilmiyorduk. Baktık ki festival alanı bomboş, hazır Bellapais'e çıkmışken, dut ve incir ağacının altındaki kahvede bir Con kahve içtik. 

     
     Eve gelince ben koli yapayım biraz dedim, malum Kıbrıs'tan ayrılacağız yakında. Kızım 'anne, Anneler Gününde koli mi yapacaksın?' diye kızdı bana. Kraliçeliğim tüm gün sürsün istiyordu. Akşama doğru iyice Kraliçe modundan çıktım. Çocukların banyosu, yemek falan derken çocuklar da normale döndü. Fenerbahçe-Galatasaray maçını izlerken oğlum 'bir mısır patlatsana anne' demeye başlamıştı. Bir Anneler Günü hediyesini de Fenerbahçe verdi bana, şampiyon Galatasaray'ı yenerek. Şu ana kadar yaşadığım en güzel anneler günü de böylece sona erdi. 
     Tüm annelerin, en başta canım annemin Anneler Günü tekrar kutlu olsun. Anneleri hayatta olmayanlar da unutmasınlar ki sizi seven bir anneniz olduysa bilin ki o nerede olursa olsun sizi korur ve kollar. Ve hep çok sever. ANNELER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN. 

     * Evli olduğumuz ama benim henüz anne olmadığım süre içerisinde her sene Anneler Günümü hediyelerle kutlayan, daha anne olmadan anneliğin ne kadar özel bir şey olduğunu bana hissettiren düşünceli eşime de buradan tekrar teşekkür ediyorum. 



       

2 Mayıs 2013 Perşembe

The Cacao Academy

     Çocukluğumda ben evin nazlı kızıydım. Suya sabuna dokunmayan, ev işi denince saklanacak yer arayan, çoğunlukla eline bir kitap alıp kendini odaya kapatan, annem çok ısrar ederse de 'ders çalışmam lazım anne ' diyerek taarruzları püskürten bir kız işte... Bu durumun tek istisnası vardı. Annemin mutfakta pasta yaptığı saatler. Annemin pasta yapacağını anlayınca koşa koşa mutfağa giderdim, 'mikseri ben tutabilir miyim anne?' diyerek...
     Hazır gıdaların bu kadar yaygınlaşmadığı, pastane pastasının sadece pastanede, ailecek ve limonata eşliğinde yendiği bir dönemden bahsediyorum. İşte o dönemde annem pasta yapmaya çok meraklıydı. Mahallemizdeki neredeyse tüm çocukların doğum günü pastalarını annem yapardı. Kardeşimle benim doğum günü pastalarımız ise daha özel olurdu, iki katlı, üç katlı falan. Ben de çoğunlukla 'yumurtayı çıkart, unu dök, tepsiyi yağla' gibi ayak işlerini yapar, şanslıysam arada sırada da keki mikserle ben çırpardım. İşte benim pasta yapma merakım taaa o günlerde başladı. 
     Evin nazlı kızı büyüdü, evlendi, artık kendi çocuklarına pasta yapmaya başladı. Ama bir farkla: istedikleri her zaman mikseri çocuklar tutuyor. :-)) Pastacılık da çok gelişti bu arada, çikolata sosu ile kaplı yaş pastaların yerini şeker hamurlu pastalar aldı. Eskiden sadece düğünlerde gördüğümüz modelli pastalar artık doğum günlerinin vazgeçilmezi oldu. Ben de kafaya koydum, annem o zamanın şartlarında bize en güzel doğum günü pastalarını yapardı, ben de çocuklarıma en güzel doğum günü pastasını yapabilmeliyim diye...Ve bu işleri öğrenmeye karar verdim.
     Türkiye'de artık  pastacılık kursları çok yaygınlaştı, insanlar evlerinde bile günlük kurslar düzenliyorlar. Fakat Kıbrıs'ta her aradığınızı hemen bulamıyorsunuz. Dolayısıyla bu kurslara katılmak için hep Türkiye'ye dönmeyi bekliyordum. Ta ki evimizin hemen dibine The Cacao adında, Hansel ve Gretel Kardeşlerin masalından fırlamış gibi duran bir çikolatacı açılana kadar... The Cacao, 2012 yazında açıldı, açıldıklarında 'The Cacao Academy' açma gibi bir niyetleri vardı zaten. Ben o tarihten beri bekliyordum ve nihayet ilk kursları başladı: Çikolata Yapımı. Benim beklediğim kurs bu değildi ama bir yerden başlamak gerek diye düşündüm ve 4 dersten oluşacak bu kursa katılmaya karar verdim. 

1. DERS
     Uzun zamandır hiçbir şey için bu kadar heyecan duymamıştım. The Cacao'nun mutfağına indik 4 bayan ve de Tuğçe Hanım. Ayağımıza galoşlarımızı, başımıza da bonelerimizi taktıktan sonra şefimiz Ahmet Çelik ile tanıştık. İzlediğim tv programlarından olsa gerek, ben 'şef' deyince biraz korkuyorum. İlk gün olduğu için tam anlayamadım; mizaç olarak mı sakin biri yoksa biz kursiyer olduğumuz için mi sabırlı davrandı bize karşı ama bizim şefimiz tv dekilere hiç benzemiyordu. 
     Joanne Harris'in 'Çikolata' isimli kitabını okumuştum epey zaman önce. Her sayfasında burnuma çikolata kokusu gelen bir kitaptı. Burada da -kokudan olsa gerek- aklıma bu kitap geldi. 
     Dersimize çikolatanın tarihçesi ile başladık. İlk ders olduğu için teorik kısmı daha fazlaydı. Temperleme işlemini ve önemini öğrendik. Dersin sonunda da ganaj dolgulu truffle yaptık. 



Kendi Yaptığım Truffle'lar
     İlk dersin sonunda her güzel şeyin emek istediğini söylemek isterim. Temperleme denen olay bu işin kilit noktası gibi geldi bana. Gerçi profesyoneller için makinaları varmış artık ama o büyük makinadan alıp eve koyacak halimiz yok. Dolayısıyla dışarıdan görüldüğü gibi kolay bir iş değilmiş çikolata yapımı. Fakat çok eğlenceli. Özellikle de truffle maketlerini elimize alıp çikolataya bularken çok ama çok eğlendim. Bir sonraki dersi de sabırsızlıkla beklemeye başladım. 
  
     2. DERS 
     Bu derse başlarken grubumuzdan 2 kişi ayrılmış, onların yerine yeni 2 kişi dahil olmuştu. Ve artık nasıl bir ortamda, nasıl bir ders yapacağımız hakkında bir fikrim vardı.
     İlk olarak pralin hakkında bilgi aldık ve yaprak pralin yapımını öğrendik. Daha sonra vanilyalı çikolata yapımını gördük. Ben vanilya kokusundan hiç hoşlanmam, o yüzden bu çikolatanın yapımını öğrenmek beni çok mutlu etmedi açıkçası. Son olarak da kuruyemişler ve kavurma teknikleri hakkında bilgi aldık. Bu söylediklerimin neredeyse tamamına biz izleyici olarak katıldık. Dersin bitiminde de yapımına çok katkıda bulunmadığımız bu ürünlerden eve götürmek için bir kutu hazırladık.

Yaprak Pralin


Vanilyalı Çikolata


     



     Eşim ve çocuklarım akşam aşağıda gördüğünüz bir kutu çikolatayı afiyetle yediler. Eşim 'bu kutudan 10 tane daha olsa yiyebilirdim, o kadar güzeller' dedi. Gerçekten de yeni yapılmış, taze çikolatanın tadı bir başka oluyor. Şefimizin ustalığını da unutmamak lazım bu arada... 

Eve Götürdüğüm Çikolata


3. DERS 
     Bu derste daha önce nasıl kavuracağımızı öğrendiğimiz kuruyemişleri kullanarak Beyoğlu Çikolata ve Roche yapımını öğrendik. Doğrusu bundan sonra ben de evde Beyoğlu Çikolata yapabileceğim için mutluyum, çünkü bu çikolatanın yeri ayrıdır. Hem malzemelerini bulabilmek, hem de yapım kolaylığı açısından da bu çikolatanın yapımı benim daha çok ilgimi çekti. Hele o bir tepsi çikolatanın sert bir kaç el hareketiyle parçalara ayrılma anı vardı ki, beni büyüledi. Ve bittiğinde Beyoğlu Çikolatalarımız gerçekten muhteşem görünüyordu.

Beyoğlu Çikolata

Roche Çikolata

     Daha sonra karamel yapımını öğrendik. Benim gibi sık sık elini kolunu yakan, bebekliğinden beri evde yangın tehlikesi atlatma konusunda yüksek performans göstermiş olan birisi için karamel yapımı gerçekten biraz tehlikeli bir işlem. Ama bu karameli kullanarak muhteşem bir kahve karamel hazırlayacağımız için, mecburen karameli de kendim yapacağım artık. Çikolata ve kahve, beslenme konusunda benim en büyük zaaflarım. Türk kahvesi içmediğim gün kendimi 'bir şey yapmayı unutmuş gibi' hissediyorum. Bütün zararlı yiyeceklerimi beslenme listemden çıkartabilirim ama çikolatayı asla. Ve biz bu derste, hem çikolata hem kahvenin kullanıldığı kahve karamel yapımını öğrendik. Benim için iyi mi oldu, kötü mü henüz karar veremedim.

Kahve Karamel
      Dersimizi marzipan yapımını öğrenerek tamamladık. Bence katıldığım üç dersin en iyisi buydu. (Kahve karamelin biraz etkisi olabilir, kabul ediyorum.) Geriye kaldı bir ders...


4. DERS 
     Bu dersimizin konusu: şuruplu meyveler, taze meyveler ve kurutulmuş meyveler di. Meyvelere geçmeden önce bir önceki derste hazırladığımız marzipan hamurunu kullanarak marzipanlı çikolata yaptık. Hazır olan hamurumuzu yoğurup, açtık, keserek küçük şekiller elde ettik. Daha sonra bu marzipan parçalarını 'banma' yöntemi ile çikolataya buladık. Sonuç aşağıdaki gibi oldu:
Marzipanlı Çikolata
          Marzipanlı çikolata yapımından sonra artık asıl konumuza yani meyvelere geldi sıra. Meyvelerle çikolatanın buluşması da ayrı bir güzel oluyor gerçekten. Bence bu derste meyvelerle yaptığımız her şey hem kolay hem son derece keyifliydi. İlk olarak portakal şekerlemesini kullanarak portakallı çubuk yaptık.

Portakallı Çubuk
     Daha sonra elmalı şekerin elmalı çikolata versiyonunu yaptık. Bence bu, çocukların arkadaşları geldiğinde, doğum günü partilerinde yapılabilecek ve çocukların çok hoşuna gidecek bir ürün oldu. Herkes elmayı istediği çikolataya buladı ve istediği şekilde süsledi. İşte bu da benim elmalı çikolatam:

Elmalı Çikolata
      Daha sonra da taze meyveleri kullanarak meyve tabağı yapımını öğrendik. Böyle bir meyve tabağı, fondü seven herkesin çok hoşuna gider bence. Meyveleri çikolataya bandır çıkart hakikaten çok eğlendim.

   
Dersin sonunda 'sanatsal' çalışmalarımın son durumu aşağıda görüldüğü gibiydi. 
   
     Dersimizi bitirmeden son olarak toz şeker ile desen oluşturmayı öğrendik. Böylece hem o günkü dersimizin hem de çikolata kursumuzun sonuna gelmiş olduk. Şefimize teşekkür edip, vedalaştıktan sonra eve döndüm.
     Evde, kısa bir süre için çocuklarıyla beni ziyarete gelen kardeşim ve o gün hasta olduğu için okula gitmeyen oğlum beni bekliyorlardı. Hızlıca meyve tabağımı hazırladım. Çünkü o gün arkadaşım Hacer'e davetliydik ve hazırladığım meyve tabağı ile çocuklara sürpriz yapmak istiyordum.

Meyve Tabağımın Son Hali

Evde Olmayıp Akşam Gelecekler İçin Hazırladığım Tabak
      O gün hem çikolatalarımızı hem de sevgimizi paylaştık bir tanecik kardeşim ve arkadaşlarımla. Tatlı yedik, tatlı konuştuk. Benim çikolata kursum için de güzel bir kapanış oldu. Ve bu alandaki ilk kurs deneyimim burada sona erdi.

     Artık sırada kursta öğrendiklerimi uygulama aşaması var. Evde çikolata yapımı konusunda ne kadar başarılı olacağımı bilemiyorum. Ama kesin olarak bildiğim bir şey varsa artık satın alacağım her çikolataya farklı bir gözle bakacağım. Parlak mı, mat mı, yüzeyinde pürüz var mı, içinde kabarcıklar var mı, malzemeden çalmışlar mı, kullandıkları çikolata kaliteli mi gibi bir sürü soruma olumlu cevap alamazsam, sanırım eskisi gibi zevkle çikolata yiyemeyeceğim. Belki de gerçek çikolata yemeye şimdi başlıyorumdur... İyi çikolata yapsam da yapamasam da artık bildiğim bir gerçek var ki kesinlikle iyi çikolatayı kötüsünden ayırt edebilirim. Bu kursun bana sağladığı en büyük faydanın bu olduğunu söyleyebilirim.
     Kıbrıs'ta bizi böyle bir eğitimle buluşturan The Cacao'ya, kursun organizasyonu ile ilgilenen Tuğçe Hanım'a, bildiklerini bizimle paylaşan, bize çikolatayı daha da çok sevdiren Ahmet Şef'e ve birlikte güzel vakit geçirdiğim kurs arkadaşlarıma buradan tekrar teşekkürler...

6 Mart 2013 Çarşamba

Ayşe Kulin

     Ayşe Kulin benim en sevdiğim Türk yazardır. Yazdığı kitapların en az 15 tanesini okumuş olmalıyım. Çoğunu da çıkar çıkmaz alır okurum, fırından yeni çıkmış haliyle. En sevdiğim kitabı -aynı zamanda okuduğum ilk kitabı olan- 'Adı Aylin' dir. Böyle bir kadının gerçekten yaşamış olma ihtimaline inanamayarak bir gecede okumuştum bu kitabı. Ertesi sabah işe gitmem de gerekiyor ama bırakamıyorum kitabı elimden, okudukça okudum. Bitirince saate bir baktım ki işe gitmeme bir saat kalmış. 7 yıl süren çalışma hayatımda 2 gece vardır böyle hiç uyumadan işe gittiğim, biri oğlumun diş çıkarttığı için sabaha kadar ağladığı gece, biri de bu kitabı okuduğum gece. 
     Ailesini ve kendi hayat hikayesini anlattığı , 'Hayat ve Hüzün' ise sevdiğim diğer iki kitabıdır. Belki de ben biyografi ve otobiyografi okumayı çok sevdiğim için Ayşe Kulin'i bu kadar beğeniyorum. Tabi ki anlatımının güzelliğinin etkisi de göz ardı edilemez. Tamam kendi başından geçenleri bu kadar güzel anlatabilir de bir insan, hiç yaşamadığı, bilmediği şeyleri nasıl bu kadar güzel anlatabiliyor?
     'Gizli Anların Yolcusu' ndan bahsediyorum. Açıkçası bu kitabı fırından çıkar çıkmaz koştura koştura gidip almadım. Okuyup okumamakta da kararsızdım. Sömestr tatilinde Ankara'daydık. Bol vaktimiz vardı çocuklarla, biz de vaktimizi kültür sanat faaliyetlerine ayırdık. Malum Kıbrıs'ta hasret kalıyor insan. Sergilere gittik, çocukları atölye çalışmalarına götürdük, neredeyse her gün kitapçı gezdik. Sonuç olarak bu kitabı da aldım ve akşamları da boş olduğum için bir çırpıda okudum. Bence bu kadar hassas bir konuyu, Ayşe Kulin'den başka hiç kimse bu kadar doğal anlatamazdı. Öyle ki hemen arkasından 'Bora'nın Kitabı' nı da aldım ve okudum.  
     Ayşe Kulin, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla 1-2 Mart tarihlerinde Kıbrıs'taydı. 1 Mart'ta Deniz Plaza'da söyleşi ve imza günü vardı. Çocukların kursu olduğu için ona gidemedim. 2 Mart'ta Lefkoşa Merit Otel'deki etkinliğe çocuklarla birlikte katıldık. Artık çocuklarım bana pek çok konuda arkadaş oluyorlar. Konu kadınlardı doğal olarak. Çok güzel konuştu, çok etkileyici şeyler anlattı Ayşe Kulin. Kızım biraz sıkıldı doğrusu, resim çizdi onu dinlerken. Oğlum ise konuşmanın sonunda 'çok duygulandım anne' dedi. Bence Kadınlar Günü etkinliklerine kadınlardan çok erkekler katılmalı. Benim oğlumun bir annesi, bir kız kardeşi, kız arkadaşları var. İleride sevgilileri ve bir gün eşi olacak. Kadınları anlaması, onların sıkıntılarını bilmesi, empati yapabilmesi bence çok ama çok önemli. O gün mecburiyetten bu etkinliğe üçümüz birlikte katılmak durumunda kalmıştık ama iyi ki de öyle olmuş.
     Kitaplarından da bahsetti sevgili Ayşe Kulin. 
     'Adı Aylin' için, o hikayede anlattığım kadın çok etkileyici bir kadın, o yüzden kitabım bu kadar etkileyici oldu dedi.
    'Hayat ve Hüzün' için, bu aslında tek kitaptı, fakat yayıncı bu haliyle cep kitap basamayız deyince ikiye bölmek zorunda kaldık dedi. 
     'Gizli Anların Yolcusu' için biz sanatçıların muhafazakar olma lüksü yoktur dedi.
     'Sevdalinka', 'Köprü' ve 'Kardelenler' için  bu üç kitabın ben de yeri ayrıdır dedi.
    Şu anda yazdığı bir kitabı varmış, iki tane de sırada bekleyen kitabı varmış.  Kıbrıs'la ilgili bir kitap yazmak istemez misiniz diye soruldu, ısmarlama olmuyor bu işler dedi. 
   Konuşması da yazdıkları kadar etkileyiciydi. Bir gün önceki imza gününü kaçırdım diye üzülmüştüm ama şansıma orada bizler için kitaplarını imzaladı. (Ben gitmeden kitabı çantama atıp, Secret yapmıştım zaten, tuttu). Biz kızımla kitabımızı imzalattık. Kızım 'niçin sadece bir tane çocuk kitabı yazdınız, başka yazmadınız?' diye sordu. Ayşe Kulin gülerek, 'senin için yazayım bir tane daha' dedi. Buradan duyurulur, eğer Ayşe Kulin bir çocuk kitabı daha yazarsa bu kızım istedi diye olacak. Oğlum her zamanki gibi fotoğraflarımızı çekti. Çok keyifli bir gündü. Kitabımı imzalarken kendisine de söylediğim gibi, Allah ona uzun ömürler versin de Ayşe Kulin daha çok kitaplar yazsın, biz de daha çok okuyalım.  








           

27 Ocak 2013 Pazar

Volkan Konak Konseri

     Dün eşim ve bir arkadaşımızla birlikte Volkan Konak konserindeydik. Türkiye'deki sanatçıların çoğu sık sık hafta sonlarında Kıbrıs'ta sahne alıyor. Aynı hafta sonu birden fazla sanatçının farklı otellerde konseri olabiliyor. Biz de denk geldikçe gitmeye çalışıyoruz. Dünkü Volkan Konak konseri  için şu ana kadar Kıbrıs'ta izlediğim konserlerin en iyisiydi diyebilirim.  
     Konseri anlatmadan önce acıklı bir Volkan Konak anımı anlatacağım. :)) Kıbrıs'taki ilk 'yaz'ımızda annem, babam, kız kardeşim, eşi, o zamanlar 3,5 yaşında olan oğulları Arda ve 1,5 yaşındaki kızları Elif Selen bize tatile gelmişlerdi. Bol bol denize gittik, gezdik, eğlendik. O tatil boyunca arabada çoğunlukla Volkan Konak cd'si dinledik ve Afacan Yeğenim Arda sürekli 'Göklerde Kartal Gibiydim' şarkısını söyledi, 'bu benim şarkım' deyip durdu. Ayrılık vakti geldi. Eşimin o gün işe gitmesi gerekiyordu, arabaya hepimiz sığamayacağımız için çocukları da yanında götürdü. Ailemi havaalanına bırakma görevi de bana düştü. Onları pasaport kontrolden uğurladıktan sonra kendimi o kadar yalnız hissettim, o kadar üzüldüm ki, sanki havaalanı bomboş sadece ben varım ve her şey etrafımda dönüp duruyor. Ağlaya ağlaya arabaya geldim, bindim, anahtarı çevirdim, 'göklerde kartal gibiydim' diye başlamaz mı Volkan Konak... Artık böğürerek ağlıyordum. Bir müddet ağladım, rahatladım, 'yapma kendi kendine bunu, bak araba kullanacaksın' diye kendime telkinlerde bulundum, gözyaşlarımı sildim, çıktım havaalanından, cd'yi kapatıp radyoyu açtım ki kederli şeyler dinlemeyeyim, moralim düzelsin diye. Ne çalıyordu radyoda dersiniz? Volkan Konak-Aynalar:
     Anam yok ki sarılsın
     Babam yok ki darılsın
     Vuran elim kırılsın
     Eğletmen beni
     Söyletmen beni
     Aynalar, aynalar...
     Bundan sonrasını anlatmama lüzum yok. Ben konsere geçeyim. 
     Volkan Konak'ın konserin başında da söylediği gibi bu bir konser değil, kabare gibiydi. Anlattıkları, bunları şarkılara bağlaması ve tabi ki şarkıları çok ama çok başarılıydı. Gülmekten çatladıktan iki dakika sonra çok hüzünlenip sonra yine keyiflendiğimiz duygu dolu ve eğlenceli bir geceydi. Barkovizyonda şarkılara uygun görüntüler vardı. Mesela 'Selvi Boylum Al Yazmalım' ve Türkan Şoray'ın muhteşem gözleri gibi. Repertuvarda Haluk Levent'ten 'Sevenler Ağlarmış' da vardı, Edip Akbayram'dan 'Hasretinle Yandı Gönlüm' de. 
     Benim çok sevdiğim Mimoza Çiçeğim'in hikayesini anlattı Volkan Konak. Çok kıskandığı, paylaşamadığı bir kadına yazmış meğer bu şarkıyı. Ne şanslı kadınlar var şu hayatta...
     Yıktın dağlarımı yıktın
     Mimoza çiçeğimsin
     Başkası okşanıp sevilmez
     Delirme sevdiceğim
     Yaktın ciğerimi yaktın
     Yapma sevdiğim

     Volkan Konak'ın tv programı yaptığı zamanlarda gecenin 12'sinde bize bir şişe şarap açtıran 'Yarim Yarim' gecenin en güzel parçasıydı ve uyandığımdan beri hep onu mırıldanıyorum.
    Sen kalem ol ben de kağıt
    Yaz beni yarim yarim
    Çiz beni yarim yarim
    Çöz beni yarim yarim
    Ah beni beni

     Ve tabi Karadeniz şarkılarının en güzeli, benim için ayrı bir yeri olan 'Divane Aşık Gibi':
     Divane aşuk gibi da dolaşirum yollarda 
     Divane aşuk gibi da dolaşirum yollarda 
     Kiz senin sebebune yar senin sebebune
     Kaldım İstanbullarda kaldım İstanbul

     Volkan Konak nev-i şahsına münhasır bir insan gerçekten. 'Sevdiğim, kadınım, sevgilim' demeyi ayıp saymıyor ve ağzına da çok yakışıyor doğrusu. 'Beni herkes dinlemesin. Yere tüküren, karısını döven beni dinlemesin.' diyen bu adam konserinde de güzel cümleler kurmaya devam etti:
     'Aşk şakaya gelmez. Ağaç gibi, kurursa ölür' dedi. 
    'Bütün dil, din, ırk ayrılıklarına karşıyım. Bence sadece iki çeşit insan vardır: iyi insan ve kötü insan' dedi. 
     Samimiyeti ve sempatikliğiyle beni benden aldı. Bugün bile öyle yoğun duygular içindeyim ki yazmak ve rahatlamak istedim. Bir de gitmek istediğimiz Karadeniz Turu'na en kısa zamanda gitmek ve özellikle Maçka'yı görmek, Karadeniz insanını doğal ortamında gözlemlemek istedim. 
     Bu güzel geceyi geçirmemize vesile olan Orçun'a çok teşekkür ediyorum. (Şeydacığım, çok şey kaçırdın ama söz Ada büyüyünce onun için yaptığın fedakarlıkları bir bir anlatacağım oğluşuna)...



20 Ocak 2013 Pazar

Mehmet Ali Birand'ın Ardından...

     Ben en çok biyografi ve otobiyografi okumayı severim. En sevdiğim filmler, gerçek hayattan alınmış olanlardır. Yaşanmışlıkları dinlemeyi de severim. Çünkü merak ederim; diğer insanlar, onlara verilen ömrü nasıl geçirmiş, neler yapmış ve ben bunlardan neler öğrenebilirim diye. 
     Can Dündar'ın kaleme aldığı, Mehmet Ali Birand'ın hayatını anlatan 'Birand, Bir Ömür, Ardına Bakmadan' isimli kitap da yakın zamanda okumayı planladığım kitaplardan biriydi. Ben okumaya fırsat bulamadan, Mehmet Ali Birand hayatını kaybetti.
     Severdim, sevmezdim, bu konuyu bir kenara bırakırsak Birand'ın ölümünün beni çok etkilediğini itiraf etmem gerek. Çok kalabalık bir cenaze töreni oldu. Nerede okumuştum hatırlamıyorum ama 'önemli olan, tabutunun ardından kaç kişi yürüdüğüdür' anlamına gelen bir söz okumuştum. Bazıları buna karşı çıkar, cenazeye gelenlerin bir kısmının gösteriş için geldiğine, timsah gözyaşları döktüğüne inanırlar ama ben bu sözü doğru bulurum. Gerçekten de bütün çıkar ilişkileri ortadan kalktıktan sonra, senden alacak bir şeyleri kalmadığında yanında olan, seni uğurlamaya gelenlerdir önemli olan... Geçen sene Denktaş vefat ettiğinde ailecek O'nun cenaze törenine gitmiştik. İnsan seli sokaklara sığmamıştı, gözü yaşlı teyzeler, amcalar vardı. Onca insan kime, niye gösteriş yapsın ki?  Dolayısıyla Birand'ın kalabalık bir cenazesi olması benim için çok anlamlıydı.
     Yakınları, tanıdıkları, ekranlarda O'nu anlattı, yazılarında O'nu yazdı. Hepsinin söylediği ortak şeyler vardı. Henüz kitabı okumadım ama bu anlatılanlardan ben de kendi payıma düşenleri aldım:
  • Geçmişi geride bırakan bir insanmış. 
  • Her zaman pozitifmiş, her durumda gülümsermiş.
  • Renkli kravatlarıyla hayata renk katmaya çalışırmış.
  • Çok çalışkanmış.
  • Ekip çalışmasına önem verirmiş, çalışanlarını birer öğrenci gibi eğitmiş, bilgi saklamamış. 
  • Kendini işine adamış başarılı insanların pek çoğunun yaptığı hatayı O da yapmış, ailesini ihmal etmiş. 
  • Eleştirmiş ama kalp kırmamış.
  • Ve ağaçlar gibi ayakta ölmüş. Son yazısını göndermiş, son ana kadar ana haber bültenini sunmaya devam etmiş, 'ben hastayım' diyerek köşesine çekilip ölümü beklememiş.
     Ertuğrul Özkök ''Evlerine taziyeye gittim, o evde ölüm ağırlığı yoktu' diye anlattı televizyonda. Çünkü doğum ile başlayıp  ölüm ile biten o parantezin içini çok iyi doldurmuş Birand. Hayatının amacını bulmuş, küçükken yaşadığı sıkıntılara inat sonrasında istediği gibi bir hayat yaşamış. Ve bana kalırsa mutlu ölmüş.
     Allah rahmet eylesin...

19 Ocak 2013 Cumartesi

OĞUZ ÖNDER

    Eşimle flört ettiğimiz yıllar. Sene 96 veya 97 olmalı. Eşim okulunu bitirmiş, İzmir'de uçuş eğitimine başlamıştı ve hafta sonu beni görmek için İstanbul'a gelmişti. O hafta sonu Oğuz'la buluşacaktık, çok sevdiği çocukluk arkadaşına, sevdiği kızı tanıştırmak istiyordu. Taksim'de otobüs duraklarının yukarısındaki telefon kulübelerinin önünde buluşacaktık. Biz biraz geç kalmıştık. Buluşma yerimize vardığımızda Oğuz, telefon kulübelerinin hemen yanındaki demir parmaklıkların üzerine oturmuş, bize muzipçe gülümsüyordu. Öyle bir bakıştı ki o, utandırmıştı beni. Sanki 'ben bu adamı çok iyi tanırım, şimdi tutmuş elinden seni buraya getirmiş, çok aşıksınız siz, anladım ben sizi' der gibiydi. O gün ne yaptık,  nereleri gezdik hatırlamıyorum ama çok güldüğümü, gülmekten yanaklarımın ağrıdığını çok net hatırlıyorum. Oğuz'dan ayrıldığımız zaman 'nasıl bir adam bu böyle?' diye sormuştum eşime. Çünkü ben Oğuz'la tanışmadan önce böyle birini hayal etmemiştim. Benim eşim, çok sakin, az konuşan, ağır bir adamdır. Nasıl olur da onun en sevdiği arkadaşı bu kadar hareketli, eğlenceli, geveze ve komik olabilir aklım almamıştı. 
     Sene 99. Düğünümüzde Oğuz da vardı. Rahmetli Akgün ile beraber bütün gece ortalığı coşturdular. Enerjisi tavan yapmıştı yine. Benimle dans etti o gece ve kulağıma arkadaşının yani benim sevgili eşimin güzel huylarını fısıldadı. Sanki 'bunları bil ve hiç unutma' dercesine.
     Sene 2000. Eskişehir'de yaşıyorduk o zamanlar ve Oğuz bizi ziyarete gelecekti. Ben o zamanlar hiç sevmediğim bir fabrikada çalışıyordum. Akşam saat 6'da evde oluyordum. Mutfakta da çok beceriksizdim. Ertesi akşam için patlıcan kebap yapıp dondurucuya attım, işten gelince de yemeği fırına atar, çorba ve pilav yaparım diye düşündüm. O gece gelmedi Oğuz, kız arkadaş meselesiydi muhtemelen. Bir sonraki akşam geldi bize. Birlikte yemek yedik. Gömleklerini kırışmasın diye arabadan eve çıkarmıştı ama hepsi kırışıktı. 'Ütüleyeyim mi?' diye sordum, istemedi. Ertesi gün de kalacaktı hatta hafta sonu ne yapsak diye konuşmuştuk ama o ertesi gün biz işteyken ayrıldı Eskişehir'den. Fırtına gibi esmişti yine. Oğuz böyleydi, normaldi böyle yapması, durağanlık ona göre değildi zaten. Şaşırmamıştık. Fakat bu görüşmenin onu son görüşümüz olduğunu bilmiyorduk. 
     17 Ocak 2001. İşteydim, mesainin bitmesine az kalmıştı. Eşim geldi. Bazen iş çıkışına yakın beni almaya gelirdi , olağan bir şeydi bu yaptığı. Olağan dışı olan ise onun haliydi. Yürümüyor, sürünüyor gibiydi. Yüzüme bakmıyordu. Anladım, kötü bir şey olmuştu. Eşiniz pilot ise, bu hissi çok iyi bilirsiniz. Bir uçak düşmüştür, biri ya da birileri şehit olmuştur, eşiniz hem 'ben iyiyim, bana bir şey olmadı' demek için, hem de bu kötü haberi sağdan soldan duymayın diye kendi söylemek ister size. 'Kim?' diye düşünürsünüz. Soramazsınız. Bir taraftan da hem çok insani bir davranış olarak hem de son derece bencilce 'Allah'ım ne olur çok iyi tanıdığım, çok sevdiğim biri olmasın' diye dua edersiniz. Böyle hissettiğiniz için de çok ama çok utanırsınız kendinizden. Her şehit olana yanar yüreğiniz, tanımasanız da çok seversiniz zaten hepsini, çok ağlarsınız ama anlamıştım bu defa çok yakın biriydi ama kimdi? 'Oğuz...' diyebildi sadece eşim. Dizlerimin bağı çözüldü, koridordaki duvara yaslanmak istedim. Ellerim titremeye başladı. Vücudumu kontrol edemediğim için sinir oldum. Bağırarak ağlamaya başladım. İşteyim, herkes bana bakıyor, ağlamamalıyım diye düşünüyordum ama kendimi kontrol edemiyordum. Nihayet eşimle göz göze geldiğim an bütün tepkilerim bıçak gibi kesildi. Çünkü karşımdaki adamın acısı o kadar büyüktü, gözlerinde öyle bir acı vardı ki, acımı yaşama biçimimden utandım. İşten izin aldım, eve gittik. O sıralar kardeşim trafik kazası geçirmişti, bizim evde yatıyordu. annem ve babam da bizdeydi. Anlattık onlara. Bizim çok sevdiğimiz arkadaşımız, hayat dolu Oğuz Önder şehit olmuştu. Uçağı Sivrihisar yakınlarında düşmüştü. Her şey bitmişti. Babam sürekli 'tüh be!, tüh be!' deyip duruyordu. Evet baba, çok yazık olmuştu Oğuz'a...
     Soğuk bir Ankara gününde  veda ettik Oğuz'a. O gün cenazede o kadar çok ama o kadar çok üşüdüm ki anlatamam. Evet soğuk bir kış günüydü o gün ama beni asıl üşüten ölümün soğukluğuydu. Ölüm Oğuz'a hiç yakışmamıştı...
    Bir çoğunuza çok saçma gelebilir belki ama yine de yazacağım. O günden sonra ben uzun bir süre patlıcan kebap pişiremedim. Bazen bir koku, bazen bir şarkıdır ya bizi geçmişe götüren bu kez bu yemek oldu bana dokunan. Artık pişiriyorum bu yemeği ama istisnasız her seferinde Oğuz'la yediğimiz son akşam yemeği geliyor aklıma. 
     Yine o günden beri bizim evde her 17 Ocak günü hep aynı şey olur: İkimizden biri 'bugün 17 Ocak' der. O kadar... Başka bir şey konuşamaz ya da söyleyemeyiz. Ama anlarız birbirimizi, paylaşırız acımızı. Bu yıl da öyle oldu. Sessizce paylaştık acımızı. 
     Oralardan bize gülümsediğini biliyorum Oğuz. Bil ki seni çok özlüyoruz. Huzur içinde yat....
     Ve Sevgili Hamdiye Teyze, Ömer Amca, ne yapsak acınıza merhem olamayacağımızı biliyoruz. Buradan size tekrar tekrar sabır diliyorum.

30 Aralık 2012 Pazar

2012'ye Veda

     Yarın 2012'ye veda edeceğiz. Çoğumuz yılın son günlerinde geçen yılın muhasebesini yapıyor ve gelecek yılda gerçekleştirmek istediklerimizi gösteren uzun listeler hazırlıyoruz. Listemizdeki maddelerin de çoğu maddiyatla ilgili oluyor: şunu alayım, şuraya gideyim gibi. Benim de burada sizlerle paylaşamayacağım bir 2013 listem var tabi ki. Ama inanın ilk ikisini çıkartırsanız, diğer tüm isteklerim gerçekleşse bile 2013 benim için iyi bir yıl olmaz. O yüzden sizlerle listemin ilk iki maddesini paylaşacağım:
1) SAĞLIK. Lafın gelişi değil, gerçekten her şeyin başı sağlık. Sağlık olmayınca listenizdeki hiçbir şeyin anlamı olmuyor. Örneğin ev mi almak istiyorsunuz, hastanelerde sürünüyorsanız, sarayda otursanız ne yazar? En çok görmek istediğiniz yer Amerika mı? Emin olun, bir şekilde mümkün olsa gitseniz ve orada hastalansanız gözünüz Özgürlük Anıtı'nı bile görmez. O yüzden ben her zaman listemin ilk sırasına 'sağlık' yazıyorum.
2) AN'I YAŞA. Sıklıkla telaffuz ederiz bu iki kelimeyi fakat nadiren hakkını veririz. Çünkü şükretmek yerine hep şikayet ediyoruz. O yüzden de karşımıza çıkan fırsatları kaçırıyor, yanından geçtiğimiz güzellikleri görmüyor, her şeyi ıskalıyor ve an'ı yaşamıyoruz. Benim listemin ikinci sırasında da 'an'ı yaşamak' var. Belki de başımıza gelen iyi şeylerin sayısı sandığımız kadar az değildir, sadece biz an'da olmadığımız için farkına varamıyoruzdur. Ne dersiniz?
     Henüz bu blog'u yazmaya başlamadan önce, 5 Temmuz 2012'de bir yazı yazmıştım. Yeri gelmişken onu da sizlerle paylaşmak istiyorum. An'ı yaşamanın önemini kendinize sık sık hatırlatın, yaşadığınız güzelliklerin farkına varın ve şükredin. Ben öyle yapacağım. Hepinize şimdiden sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir yıl diliyorum. 
     
CARPE DİEM - AN'I YAŞA
Mutfak masasındasın. Yalnız kahvaltı etmekten hatta sofraya oturmaktan hiç hoşlanmazsın. Ama yine yalnızsın. Çocuklar aceleyle kahvaltılarını yapmış kalkmışlar. Bu yaşta onlardan senin de kahvaltın bitene kadar masada kalmaları beklenemez doğrusu. Kirli tabaklar, boş çay bardakları, yarım bırakılmış ekmekler ve kafanda düşüncelerle sen baş başasın. Kahvaltıdan sonra renklileri makinaya atayım, 3’te kızımın İngilizce kursu var, onu kursa bırakınca Aslı’ya uğrarım  -sabah annesini Türkiye’ye yolcu edecekti, yalnız kalmasın-, akşam eşim de yok evde çocukları oyalayacak bir faaliyet bulmam lazım… derken bir an evdeki sakinliği fark ediyorsun. Çocuklu evlerde sessizliğin pek hayra alamet olmadığını bugüne kadarki annelik tecrübelerinle anlamış bulunuyorsun. Şöyle çaktırmadan kalkıp çocuklara bakıyorsun neler yapıyorlar diye. Kıbrıs’ın Temmuz sıcağında rüzgârın serinlettiği yegâne yerlerden biri olan ön balkonunuzdaki masaya kızın oturmuş dün aldığınız hamurla saç modelleri yapıyor. Biraz daha şaşırtıcı olanı ise oğlun sen hiçbir şey demeden televizyonu kapatmış ve yine dünkü alışverişte kendi seçip aldığı ‘Kutuplarda İnecek Var’  isimli kitabı okuyor. Hem de ne okuma, sen koridordan geçerken hiç laf atmıyor sana. Şaşkın bir şekilde masaya dönüyorsun, çayından bir yudum alıyorsun, çayın tadı yayılırken ağzında, dışarıda hiç susmak bilmeyen cırcır böceklerinin sesini fark ediyorsun aynı anda. Farkına varmak… Ne garip değil mi, cırcır böcekleri saatlerdir ötüyorlar, hatta sabah uyandığında camdan o kadar çok sesleri geliyordu ki rahatsız bile oldun. Ama şimdi ilginç bir şekilde içine bir huzur doluyor. Hep istediğin ama nadiren gerçekleştirebildiğin bir şey yaşıyorsun aslında o anda. Anı yaşıyorsun ve şükrediyorsun. Çocuklarım sağlıklılar ve büyüdüler. Kendilerini iyi ve güzel şeylerle meşgul ediyorlar. Doğanın içinde, çayımı içiyorum. Allah’a şükürler olsun hiçbir sıkıntım yok diyorsun. Gözlerine yaş doluyor birden, yaşadığın o ‘an’ın güzelliğinden.
‘An’ bitiyor. Kızın ‘anne sana da saç yapayım mı’ diye sesleniyor. Evdeki sessizliğin bozulduğunu fark eden oğlun ‘bugün bilgisayar süremi biraz uzatsak olur mu anne’ diyor. Öndeki inşaatın gürültüsü cırcırböceklerinin sesini bastırıyor. Daha masayı toplayıp, ekmek kırıntılarını süpürmen lazım. Yoksa pencerenin altındaki minik delikte bekleyen karıncalar işbaşı yapacaklar. Çayımı bitirip başlayayım diyorsun. Bir yudum daha alıyorsun çayından. Bu çay da soğumuş yahu….