Eşimle flört ettiğimiz yıllar. Sene 96 veya 97 olmalı. Eşim okulunu bitirmiş, İzmir'de uçuş eğitimine başlamıştı ve hafta sonu beni görmek için İstanbul'a gelmişti. O hafta sonu Oğuz'la buluşacaktık, çok sevdiği çocukluk arkadaşına, sevdiği kızı tanıştırmak istiyordu. Taksim'de otobüs duraklarının yukarısındaki telefon kulübelerinin önünde buluşacaktık. Biz biraz geç kalmıştık. Buluşma yerimize vardığımızda Oğuz, telefon kulübelerinin hemen yanındaki demir parmaklıkların üzerine oturmuş, bize muzipçe gülümsüyordu. Öyle bir bakıştı ki o, utandırmıştı beni. Sanki 'ben bu adamı çok iyi tanırım, şimdi tutmuş elinden seni buraya getirmiş, çok aşıksınız siz, anladım ben sizi' der gibiydi. O gün ne yaptık, nereleri gezdik hatırlamıyorum ama çok güldüğümü, gülmekten yanaklarımın ağrıdığını çok net hatırlıyorum. Oğuz'dan ayrıldığımız zaman 'nasıl bir adam bu böyle?' diye sormuştum eşime. Çünkü ben Oğuz'la tanışmadan önce böyle birini hayal etmemiştim. Benim eşim, çok sakin, az konuşan, ağır bir adamdır. Nasıl olur da onun en sevdiği arkadaşı bu kadar hareketli, eğlenceli, geveze ve komik olabilir aklım almamıştı.
Sene 99. Düğünümüzde Oğuz da vardı. Rahmetli Akgün ile beraber bütün gece ortalığı coşturdular. Enerjisi tavan yapmıştı yine. Benimle dans etti o gece ve kulağıma arkadaşının yani benim sevgili eşimin güzel huylarını fısıldadı. Sanki 'bunları bil ve hiç unutma' dercesine.
Sene 2000. Eskişehir'de yaşıyorduk o zamanlar ve Oğuz bizi ziyarete gelecekti. Ben o zamanlar hiç sevmediğim bir fabrikada çalışıyordum. Akşam saat 6'da evde oluyordum. Mutfakta da çok beceriksizdim. Ertesi akşam için patlıcan kebap yapıp dondurucuya attım, işten gelince de yemeği fırına atar, çorba ve pilav yaparım diye düşündüm. O gece gelmedi Oğuz, kız arkadaş meselesiydi muhtemelen. Bir sonraki akşam geldi bize. Birlikte yemek yedik. Gömleklerini kırışmasın diye arabadan eve çıkarmıştı ama hepsi kırışıktı. 'Ütüleyeyim mi?' diye sordum, istemedi. Ertesi gün de kalacaktı hatta hafta sonu ne yapsak diye konuşmuştuk ama o ertesi gün biz işteyken ayrıldı Eskişehir'den. Fırtına gibi esmişti yine. Oğuz böyleydi, normaldi böyle yapması, durağanlık ona göre değildi zaten. Şaşırmamıştık. Fakat bu görüşmenin onu son görüşümüz olduğunu bilmiyorduk.
17 Ocak 2001. İşteydim, mesainin bitmesine az kalmıştı. Eşim geldi. Bazen iş çıkışına yakın beni almaya gelirdi , olağan bir şeydi bu yaptığı. Olağan dışı olan ise onun haliydi. Yürümüyor, sürünüyor gibiydi. Yüzüme bakmıyordu. Anladım, kötü bir şey olmuştu. Eşiniz pilot ise, bu hissi çok iyi bilirsiniz. Bir uçak düşmüştür, biri ya da birileri şehit olmuştur, eşiniz hem 'ben iyiyim, bana bir şey olmadı' demek için, hem de bu kötü haberi sağdan soldan duymayın diye kendi söylemek ister size. 'Kim?' diye düşünürsünüz. Soramazsınız. Bir taraftan da hem çok insani bir davranış olarak hem de son derece bencilce 'Allah'ım ne olur çok iyi tanıdığım, çok sevdiğim biri olmasın' diye dua edersiniz. Böyle hissettiğiniz için de çok ama çok utanırsınız kendinizden. Her şehit olana yanar yüreğiniz, tanımasanız da çok seversiniz zaten hepsini, çok ağlarsınız ama anlamıştım bu defa çok yakın biriydi ama kimdi? 'Oğuz...' diyebildi sadece eşim. Dizlerimin bağı çözüldü, koridordaki duvara yaslanmak istedim. Ellerim titremeye başladı. Vücudumu kontrol edemediğim için sinir oldum. Bağırarak ağlamaya başladım. İşteyim, herkes bana bakıyor, ağlamamalıyım diye düşünüyordum ama kendimi kontrol edemiyordum. Nihayet eşimle göz göze geldiğim an bütün tepkilerim bıçak gibi kesildi. Çünkü karşımdaki adamın acısı o kadar büyüktü, gözlerinde öyle bir acı vardı ki, acımı yaşama biçimimden utandım. İşten izin aldım, eve gittik. O sıralar kardeşim trafik kazası geçirmişti, bizim evde yatıyordu. annem ve babam da bizdeydi. Anlattık onlara. Bizim çok sevdiğimiz arkadaşımız, hayat dolu Oğuz Önder şehit olmuştu. Uçağı Sivrihisar yakınlarında düşmüştü. Her şey bitmişti. Babam sürekli 'tüh be!, tüh be!' deyip duruyordu. Evet baba, çok yazık olmuştu Oğuz'a...
Soğuk bir Ankara gününde veda ettik Oğuz'a. O gün cenazede o kadar çok ama o kadar çok üşüdüm ki anlatamam. Evet soğuk bir kış günüydü o gün ama beni asıl üşüten ölümün soğukluğuydu. Ölüm Oğuz'a hiç yakışmamıştı...
Bir çoğunuza çok saçma gelebilir belki ama yine de yazacağım. O günden sonra ben uzun bir süre patlıcan kebap pişiremedim. Bazen bir koku, bazen bir şarkıdır ya bizi geçmişe götüren bu kez bu yemek oldu bana dokunan. Artık pişiriyorum bu yemeği ama istisnasız her seferinde Oğuz'la yediğimiz son akşam yemeği geliyor aklıma.
Yine o günden beri bizim evde her 17 Ocak günü hep aynı şey olur: İkimizden biri 'bugün 17 Ocak' der. O kadar... Başka bir şey konuşamaz ya da söyleyemeyiz. Ama anlarız birbirimizi, paylaşırız acımızı. Bu yıl da öyle oldu. Sessizce paylaştık acımızı.
Oralardan bize gülümsediğini biliyorum Oğuz. Bil ki seni çok özlüyoruz. Huzur içinde yat....
Ve Sevgili Hamdiye Teyze, Ömer Amca, ne yapsak acınıza merhem olamayacağımızı biliyoruz. Buradan size tekrar tekrar sabır diliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder