ROMA-FLORANSA GEZİSİ

     Eskiden yurt dışında bir tatil yapmak istediğinizde önce, en çok nereye gitmek istediğinizi belirlemekle başlardınız işe. Gidilecek yer seçildikten sonra, diğer planlamalar yapılırdı. Özel hava yolu şirketlerinin hayatımıza girmesi ve uçakla yapılacak seyahatlerde kampanyaların düzenlenmeye başlamasıyla birlikte bu sıralama biraz değişti. Artık kampanyaları takip ediyor ve hangi yöne promosyon bilet varsa o yöne bilet alıyor, sonra diğer planlamaları yapıyorsunuz. 
     Bizim Roma-Floransa seyahatimiz de böyle gerçekleşti. Yağmurlu bir Kıbrıs gününde, evde oturmuş bilgisayar başında vakit geçiriyorken Pegasus'un Kasım-Mart dönemini kapsayan kampanyasına denk geldim. Roma, Paris, Üsküp gibi seçenekler vardı. Nereye gitsek acaba diye düşünürken gezi blog'larına göz atmak geldi aklıma. Şanslı bir kadınım ne de olsa, karşıma 'Roma Gezi Rehberi'  (/http://romarehber.blogspot.com/) çıkıverdi. Öyle bir rehber ki çıktısını al ve valizini hazırla yeter. Ongun Bey'in yeniden ellerine sağlık diyorum. 
     Blog'a hızlıca bir göz attıktan sonra Roma biletlerini almaya karar verdim. 19-23 Kasım tarihlerine bilet aldım. Sıra otel seçimine gelmişti. Biraz kolaya kaçmak olduğunu kabul ediyorum ama Ongun Bey gitmiş, kalmış, beğenmiş, neden biz de aynı otelde kalmayalım dedim ve booking.com adresine girip Hotel Teti'den 4 gece 5 gün yerimizi ayırtıverdim. Kararsız bir insan olan ben, 30 dakikayı aşmayan bir sürede hiç hesapta olmayan bu tatile gitmeye karar vermiş, uçak biletlerini almış ve otel rezervasyonumuzu tamamlamıştım. İlk buluşmamızda sevgili arkadaşlarım Aslı ve Duygu'ya bu dakikaları 'kızlar, ben bir şey yaptım ama... ' diye başlayarak anlatacaktım. 
     Gitmemize 7 aydan daha fazla bir süre vardı. Arada sırada Roma'ya gidenler neler yapmışlar diye açıp okuyordum internetten. Ama 'daha çok var nasıl olsa' nın etkisiyle gitmemize 2 gün kala biz henüz detaylı bir plan yapmamıştık.  (Kendimi şiddetle kınadıktan sonra devam ediyorum.) Bu son 2 gün, ben öyle azimle, öyle istekle, bilgisayar karşısında uzun saatler geçirerek öyle bir plan yaptım ki eşim: 'hayatım, yüksek lisans tezini de aynı azimle yazarsan 15 güne kalmaz bitirirsin' dedi.
     Planımızın ana hatlarını oluştururken Ongun Bey'in blog'undan faydalandım pek tabi ki. Buna okuduğum diğer blog'lardan eklemeler yaptım. Çünkü herkesin ilgi alanları ve öncelikleri farklı olabiliyor. Planlamayı yaparken bizim için önemli bir detay da çocuklarımızla gidiyor oluşumuzdu. Onları çok yormayacak, az günde çok yer görecek, bir taraftan da onları mutlu edecek bir planlama yapmaya çalıştık. Harita üzerindeki planlamaları ise bu konunun uzmanı eşime bıraktım. Ve nihayet yola çıkmaya hazırdık.
   

1. GÜN

     Pegasus'un 12:05 uçağıyla Sabiha Gökçen'den yola çıktık. Roma Fiumicino Havaalanı'na yerel saatle 13:40 civarında indik. Bu havaalanının çok bakımsız hatta pis olduğunu belirtmek zorundayım, gidecek olursanız bizim gibi hayalkırıklığına uğramayın diye. Daha önce ben de internette okumuştum ama Avrupa başkentlerinden birinin havaalanına ineceğiz ne kadar kötü olabilir ki diye düşünmüştüm, yanılmışım. Bu havaalanının tek avantajı: kalacağımız otelin bulunduğu Termini bölgesine ulaşımın çok kolay olması. Fiumicino Havaalanı'ndan Termini'ye 45 dakikada bir karşılıklı tren seferleri var. (Trenitalia - Leonardo Express). Tren biletlerinin fiyatı 14€. Çocuklar için bilet gerekmiyor. Taksiyle gitmek isterseniz mutlaka beyaz taksileri tercih edin. Havaalanından şehir merkezine taksi ücreti standart 48€ olarak belirlenmiş. Ayrıca 1'den fazla bagajınız varsa her parça için 1€ daha ödemeniz gerekiyor. Biz trenle gitmeyi tercih ettik. Hiç beklemedik neredeyse, tren de gayet konforluydu. 45 dakika sonra da Termini Tren İstasyonundaydık.
     Otelimiz tren istasyonuna yürüme mesafesindeydi. Bagajlarımız olmasına rağmen hiç zorlanmadan otelimize ulaştık ve hızlıca yerleştikten sonra kendimizi dışarı attık. Dolaşmaya başlamadan önce karnımızı doyuralım diye düşündük ve gördüğümüz ilk pizzacıya girdik. Termini Tren İstasyonu'nun hemen karşısında, küçük, sevimli bir mekan: Sfizio Pizza. Dilim pizza + içecek+meyve salatasından oluşan pizza menü 6,5€ idi. Biz 2 menü aldık ve doyduk. Fiyat gayet makul, pizza da lezzetliydi.
     Listemizin ilk sırasında Hop on - Hop off denen otobüslerle şehir turu yapmak vardı. (Hata 1). Niye hata? Sonra onu da söyleyeceğim. Çift katlı, üstü açık bu otobüsler, turistik yerlerin olduğu bir güzergah boyunca ilerliyor ve belirli sayıda durakta duruyor. Yolculuğunuz boyunca kulaklıktan, geçtiğiniz yerlerle ilgili bilgileri dinleyebiliyorsunuz. Biletinizde belirtilen süre içerisinde, istediğiniz durakta inip, biraz dolaştıktan sonra bir başka durakta tekrar otobüse binerek turunuzu tamamlayabiliyorsunuz. Termini İstasyonu civarında bu otobüsleri kolaylıkla görebilirsiniz. Biz 110 Open denen kırmızı renkli otobüsle gezmeyi planlamıştık fakat tura geç bir saatte (16:30) başlayabileceğimiz için, en geç saate kadar dolaşacak firmayı seçmek durumunda kaldık (GLT Green Line Tours). Büyükler için 18€, çocuklar için 12€ olmak üzere toplam 60€ ödedik.
     Hava kararmaya başlamıştı, hafif yağmur atıştırıyordu, açıkçası durakları saymaktan etrafta neler olduğunu pek anlayamadım. Pantheon'a yakın olan 5. durakta indik. Pantheon'a doğru ilerlerken Piazza Venezia - Venedik Meydanı'ndan geçtik. (Bu meydan merkezi bir konumda olduğu için diğer günlerde de birkaç kez buradan geçtik).
     Venedik Meydanı'nda, Meçhul Asker Anıtı da denen Vittorio Emanuele II Anıtı bulunuyor. Heybetli ve beyaz görüntüsüyle oldukça dikkat çekici. Askerlerin sürekli nöbet tuttuğu bu anıtta hiç sönmeyen bir ateş yanıyor. Öğrendiğime göre, İtalyanlar, inşasında mermer kullanıldığı için bu yapıyı pek sevmezler ve 'takma diş, düğün pastası, daktilo' gibi isimlerle anarlarmış. İtalyanların aksine ben bu yapıyı gerçekten çok sevdim. Anıtın karşısındaki kafe ve restoranlarla Venedik Meydanı keyifle vakit geçirilecek bir yer. Ancak burada bir parantez açıp İtalyanların tarihi dokularına gösterdikleri özene de şapka çıkarmak istiyorum. Sırf beyaz mermerden yapıldığı için bu anıtı sevmemeleri gibi, tüm Mc Donald's Restoranları da koyu renk bir dış cepheye sahip. Bizim ülkemizdeki gibi sarı-kırmızı dikkat çekici renkleriyle ben buradayım diye bağıramıyor...

     Kısa bir yürüyüşten sonra Pantheon'a ulaştık. Pantheon, eski bir Pagan tapınağı, sonradan kiliseye dönüştürülmüş. Bu kiliseye giriş ücretsiz. En dikkat çekici özelliği: gerçekten çok büyük olan kubbesi. Pantheon, 43 metre çapında ve 43 metre yüksekliğinde ortası delik bir kubbeye sahip. Kubbenin ortasındaki deliğe Latince'de ''göz'' anlamına gelen ''occulus'' deniliyormuş. Bu delik hem içeriyi aydınlatmak hem de tapınaktakilerin gökyüzünü izleyerek düşünceye dalmaları amacıyla yapılmış ve bir rivayete göre öyle bir tasarlanmış ki yağmur yağdığı zaman kubbenin ortası açık olmasına rağmen, içeriye yağmur girmezmiş. Biz hafif yağmur yağarken Pantheon'daydık ve kubbenin altı ıslaktı. Rivayetin aslı olmadığını da gözlerimizle görmüş olduk.
Pantheon





     Pantheon'un tam karşısında bulunan çeşmenin önünde de bir fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik. Roma için meydanlar ve çeşmelerden oluşan bir şehir dersek, çok yanlış bir ifade olmaz sanırım. Bu fotoğraftan sonra günümüzün tatsız kısmı başlamış oldu. Oğlum uçakta yediği çocuk menüsünde yer alan (az pişmiş ve yağ kokan) köfteden beri kendini iyi hissetmiyordu. (Pegasus yetkililerine duyurulur.) Uçakta iki kez istifra etmişti, biz de rahatladığını ve artık geçtiğini düşünmüştük. Maalesef Pantheon'u son çabasıyla dolaşan oğlum 'artık ayakta duramıyorum, lütfen otele dönelim' dedi.   
 
     O günkü planımızda Piazza Navona (Navona Meydanı) ve Campo de'Fiori de vardı. Oğlumun hastalığı söz konusu olunca bunları iptal edip, en çabuk şekilde otelimize dönmeye karar verdik. Biz Green Line otobüsünden 5. durakta inmiştik, 6. durağa yürüyelim ve oradan tekrar otobüse dönelim diye düşündük. Bu durağa yürürken Navona Meydanı'ndan geçtik.
     Navona Meydanı eski bir stadyum kalıntısının üzerine kurulmuş. Zaten oval şeklinden de bir bakışta bunu anlayabiliyorsunuz. Meydanda ikisi küçük (Neptün ve Moor Çeşmeleri) ve biri büyük (Dört Irmak Çeşmesi) olmak üzere üç adet çeşme bulunuyor. Hepsi birer sanat eseri olan çeşmelerden en ünlüsü ve en iddialısı bir Bernini eseri olan Dört Irmak Çeşmesi (Fontana dei Quattro Fiumi). Nil, Tuna, Ganj ve Rio de La Plata ırmaklarıyla Afrika,  Avrupa, Asya ve Amerika kıtalarını temsil eden bu çeşme gerçekten görülmeye değer.
     Navona Meydanı aynı zamanda eğlencenin de merkezi(ymiş). Hızlı hızlı yürürken görebildiğim kadarıyla gerçekten kafeleriyle, sokak sanatçılarıyla renkli bir meydan olduğu. Maalesef ağzımızın tadı kaçtığı için bu meydanda hiç vakit geçiremedik, Campo de'Fiori'yi görmek de kısmet olmadı. 6. durağa ulaşıp, otobüsümüzün gelmesini bekledik. Oğlum hasta olduğuna değil, gezemediğimize çok üzüldü. O zaman da söylemiştim, şimdi buradan tekrar söylüyorum: ''Campo de'Fiori'yi göremedik, Navona Meydanı'nda akşam yemeği yiyemedik diye üzülme güzel oğlum, Roma'ya bir daha gelmeye bahanemiz oldu.''
     Otobüsle Termini'ye döndük. Burada Hop On - Hop Off otobüse binmemiz niye hataydı onu söylemek istiyorum: Biz tura 16:30'da başladık ve günlük bilet almıştık. Yani dolaşmak için sadece birkaç saatimiz vardı. Hava kararmaya başlamıştı, bir de hafif yağmur yağınca zaten geçtiğimiz yerleri pek anlayamadık. Açıkçası Panteon'u görmek için 60€ vermiş gibi olduk, bu da anlamsız bir hareket oldu. Metroyla gidip gelseydik, çok çok daha ucuza gelecekti. Amatörce yaptığımız gezimizin ilk hatası bu oldu. Eğer bu tura sabahtan katılamayacaksanız, diğer ulaşım araçlarını tercih etmek çok daha mantıklı...
     İlk akşam yemeğimizi Navona Meydanı'nda yemeği planlamıştık, ama otelimizin hemen altında bulunan Elettra Restoran'da yemek kısmet oldu. Mum ışığı ve şarap eşliğinde, kibar garsonların servis yaptığı bu küçük fakat şık bu restoranda maalesef ortamın tadını pek çıkaramadan hızlıca karnımızı doyurduk. Eşim margarita pizza, ben mantarlı makarna, kızım ise sade(yumurtalı) makarna yedi. Oğlum hiçbir şey yemedi. Roma'daki ilk günümüz de böylece sona erdi. Günün sonunda yabancı bir yerde olmanın ilk gerginliğini üzerimizden atmış ve yeni günden umutluyduk.


2. GÜN

     Ertesi gün sabah, oğlum 'bugün nereye gidiyoruz?' diyerek uyandı. Çok şükür iyileşmişti. Biz de otelimizde yaptığımız hızlı bir kahvaltının ardından kendimizi dışarı attık.
     İlk işimiz Termini Tren İstasyonu'ndan 'Roma Pass Card' almak oldu. Bu kartı aldıktan sonra kullanmaya başlayacağınız günün tarihini, adınızı ve soyadınızı karta işliyorsunuz ve o tarihten itibaren 3 gün boyunca toplu taşıma araçlarından ücretsiz faydalanıyorsunuz. Ayrıca ilk 2 müze için ücret ödemiyor, diğer müzelere de indirimli giriyorsunuz. Bu kartla birlikte size bir de şehir haritası veriliyor. Kartın fiyatı 28€. Çocuklar için Roma Pass gerekiyor mu? diye soracak olursanız ki biz kartı aldığımız kişiye sorduk, size kalmış. Şöyle ki Roma'da 12 yaşından küçük çocuklar zaten toplu taşıma araçlarından ücretsiz faydalanabiliyor. Müze girişlerinde ise eğer Avrupa Birliği'ne üye bir ülkenin vatandaşı değilseniz çocuklar için ücret ödemek durumundasınız. Ne acı değil mi? Biz pek çok müzede 'what's your nationality?' sorusuyla karşılaştık, eşim ve oğlum sarışın olduğu için Rus olduğumuzu düşünen müze görevlileri oldu. Türkiye'den geldiğimizi söyleyince, üzülerek de olsa çocuklardan ücret talep ettiler. Bu sebeple Roma Pass Card alırken görevli, tercihi bize bıraktı. İstersek çocuklar ulaşımdan ücretsiz faydalanacağı için kart almayıp müze ücretlerini ödemeyi seçebilirdik fakat Pass Card sahibiyseniz kuyrukta fazla beklemeden ayrı bir sıradan müzelere giriş yapabiliyorsunuz, çocukların Pass Card'ı olmayınca onlar diğer sıraya girecek, biz onları bekleyecek dolayısıyla bizim de Pass Card almış olmamızın bir avantajı olmayacaktı. Uğraşmak da istemedik açıkçası ve dördümüz için de Pass Card aldık.
     Daha sonra metronun mavi hattını kullanarak Kolezyum (Colosseum) 'a gittik. Pass Card'ın ilk ücretsiz müze girişi hakkını burada kullandık. Roma Pass sahipleri için ayrılmış bölümden geçtik ve hiç sıra beklemedik.    
     Kolezyum, MS 80 yılında tamamlanmış, 50 bin kişi kapasiteli, halkın eğlenebilmesi için yapılmış, büyük bir amfi-tiyatro. Roma şehrinin simgesi olan, eskiden gladyatör dövüşlerinin yapıldığı bu yapıyı gezerken gözümün önünde Russell Crowe canlanıyor, kulaklarımda ise 'Maximus, Maximus' tezahüratları yankılanıyor. Oğlum, gezerken aldığı notlarda, Kolezyum için 'çok büyük ve korkunç' diye yazmış. Neden 'korkunç' diye tanımladığını anlayabiliyorum. Bu güzelim tarihi yapıyı gezerken, aynı yerde bir zamanlar kanlı dövüşlerin yapıldığını bilmek, insanoğlunun acımasızlığını hissetmek dokunuyor insana.
Kolezyum'un zemini artık kaybolmuş, sadece altındaki holler gözüküyor.

 Öyle muazzam bir yapı ki, sanki resme photoshop ile kondurulmuş gibiyiz. 



Kolezyum çıkışında Romalı askerlerle bir hatıra fotoğrafı çektirmeyi de ihmal etmedik. 

     Zafer Takı, Kolezyum'undan hemen çıkışta karşınıza çıkıveriyor. Bir kapıyı andıran bu yapı, İmparator Konstantin tarafından kazanılan bir zaferin anısına MS 315'te dikilmiş.

     Zafer Takı'nın yanından geçerek Roma Forumu (Foro Romano) ve Palatino'ya ulaştık. Buraya girişte Roma Pass Card'larımızı okuttuk (burası ile Kolezyum'un girişi tek bilet sayılıyor). Roma Forumu, eski Roma halkının yaşadığı bölge, Palatino ise, Romalı yönetici ve kralların yaşadığı bölge imiş. Roma Forumu'nda alışveriş, ibadet ve yaşam için gerekli diğer yapıların kalıntılarını, Palatino'da ise devlet binaları ve hamamların kalıntılarını görmek mümkün. Bazı yerlerde restorasyon çalışmaları olduğu için göremediğimiz yerler de oldu.





Domus Flavia


     Yukarıdaki son resim aslında gezdiğimiz yerin ne kadar huzurlu bir yer olduğunun göstergesi. Kalıntıların arasında gezerken, açık havada yürüyüş yapıyor gibiydik. Çocuklar güvercinleri kovaladılar. Biz elimizdeki haritalardan nerede olduğumuzu anlamaya çalıştık, anlayamadığımızda da 'aman boşver, geziyoruz işte' deyip tadını çıkardık. Gerçekten mutlu ve huzurluyduk. 
  
     Gezimizin sabahki bölümünü tamamladıktan sonra bir yemek molası vermenin zamanı gelmişti. Venedik Meydanı'na doğru yürürken yolda çocukların çok hoşuna giden renkli görüntüler vardı.
 

     Yemeğimizi Meçhul Asker Anıtı'nın hemen karşısındaki 'Antico Caffe Castellino' isimli bir yerde yedik. Kafe mi desem, ne desem bilemedim. Çünkü hem yemek hem de pasta bölümü olan, arka tarafı market enteresan bir yerdi. Hatta market kısmında oyun makinası (slot machine) bile vardı. Çok acıkmıştık, yedik ama yediklerimizi çok beğenmedik. Hep böyle oluyor zaten, turistik meydanlardaki restoranlar genelde hüsran oluyor. Venedik'te de aynı şeyi yaşamıştık, meydana çok yakın bir yerdeki restoranda büyük bir hevesle makarna sipariş etmiş, büyük hayal kırıklığına uğramıştık. Ödediğimiz hesap da cabası. Neyse, karnımızı doyurduktan sonra hedefimiz, Aşk Çeşmesi. 
     Aşk Çeşmesi (Fontana di Trevi), Roma gezimizin romantik kısmını oluşturuyor. Biz buraya da yürüyerek gelmeyi tercih ettik, zaten çok uzak değildi. Tabelaları takip edip, orası mı burası mı derken, diğer evlerin arasından birden karşımıza çıkıverdi. Yaklaşırken duyduğunuz su sesi de adımlarınızı hızlandırmanıza sebep oluyor. Biz 'Aşk Çeşmesi' diyoruz ama, evlerinin arka duvarına bu eserin yapılmasına izin veren ailenin soyadı 'Trevi' olduğu için burası 'Trevi Çeşmesi' olarak anılıyormuş.


     Çeşmenin ana figürü Deniz Tanrısı Neptün. Neptün'ün iki tarafında ise triton heykelleri var. Yaşlı ve sakallı triton (ki bunun Sokrates olduğu sanılıyor) tarafından yönetilen sakin ve uysal at akılcı felsefi aşkı temsil etmekteymiş. Genç ve güzel triton (Phaidros) tarafından yönetilen asi ve hırçın at ise bedensel ve vahşi aşkı temsil etmekteymiş. Neptün'ün iki yanında bulunan tanrıçalar ise: bereket ve sağlık tanrıçalarıymış. Gerçekten çok güzel bir çeşme. Daracık sokakların arasında kalmış, küçük ama dünyanın her yerinden gelen turistleri kendine çeken bir yer burası. 
     Bu çeşmeye para atmak da bir gelenek. Çeşmeyi arkanıza alıp omzunuzun üzerinden havuza para attığınız zaman Roma'ya tekrar geleceğinize inanılırmış. Biz de inandık, yine gelmek istiyoruz ve sırayla attık paralarımızı...


                                    


     Çeşmenin yakınlarındaki ve ara sokaklardaki dükkanlar gerçekten çok keyifli. İlk göze çarpan meşhur dondurmacı 'Blue Ice'. Çocuklarla dondurma konusunda önceden anlaşmıştık, 'Roma'daki son günümüzde istediğiniz kadar yersiniz, ama diğer günler almayacağız' demiştik. Blue Ice'ın tezgahını görünce, onlar söylemeden biz döndük sözümüzden. Zaten hava da çok ılıktı. Dondurmaları aldıktan hemen sonra yağmur atıştırmaya başladı. Bizimkiler şaşkınlıklarını atamamış halleriyle 'yağmurda dondurma yiyoruz' diye hoplayıp zıplıyorlardı.



     Çocuklar dondurmalarını yerken biz de Bar Gelateria 'da (illy) bir kahve ve tatlı molası verdik. Molanın ardından  'Via Delle Muratte' ve 'Via San Andrea Delle Fratte' caddelerinden (via zaten cadde demek ya neyse) geçerek İspanyol Merdivenleri'ne doğru yürümeye başladık. Bu caddelerde gerçekten güzel dükkanlar vardı. Genellikle 'Roma'dan ne alınır?' sorusunun cevapları arasında 'Murano Camları' yer alıyor. Biz de yol üzerinde denk geldiğimiz dükkanlardan Murano Camlarından almayı ihmal etmedik.
     İspanyol Merdivenleri ile ünlü mağazaların yer aldığı meşhur Via Condotti (Condotti Caddesi) karşı karşıya. Önce merdivenleri mi çıksak, yoksa caddeyi mi gezsek karar veremedik. Eşim beni mağazalardan ayıramamaktan korkmuş olmalı ki kendimi basamakları çıkarken buldum. 138 basamaktan oluştuğu söylenen merdivenler (oğlum inerken de çıkarken de üşenmedi saydı, 135 basamak varmış), daha çok yayılıp oturmak için. Biz geldiğimizde basamaklar ıslak olduğu için keyif yapamadan tepeye çıktık, Condotti manzarasını izleyip birkaç fotoğraf çektik.  
     
     Merdivenlerin hemen başlangıcında yer alan çeşme (Fontana della Barcaccia), 'Çirkin Gemi' ismiyle de anılmakta imiş. Onun önünde de bir fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik.      
Çirkin Gemi
     İspanyol Merdivenleri'nden sonra artık Condotti Caddesi'ni gezmeye hazırdık. Sağ yanımda Prada, sol yanımda Dior, nereye bakacağımı şaşırdım. Mağazaların hepsi çok şık, vitrinlerin hepsi çok güzeldi. Bu sefer gezmeye geldik, bir dahaki sefere alışverişe geliriz diyerek evrene mesajımızı yolladıktan sonra bugünkü gezi planımızın sonuna geldiğimizi fark ettik. 
     Vakit daha erken olduğu için biraz daha dolaşalım istedik. Metroya atlayıp bir önceki gün otobüsle geçerken gözüme kestirdiğim bir caddeye (Via Ottaviano) gittik. Biraz dolaştık, 'Castroni' isimli bir marketten makarna, çikolata, vs. aldık. Çocuklar çok sevdiği için yumurtalı makarnalardan, dev makarnalardan falan almıştım ama çok abartmamıştım iyi midir değil midir bilemediğim için. Aldığımız herşey çok başarılıydı. (Keşke abartsaymışım).  'Castroni'nin pek çok şubesi var, yolunuz düşerse mutlaka birşeyler alın' derim. Dönüşte bir Roma gecesi düzenleyip, anılarınızı tazelersiniz. Biz yaptık, çok keyifli oluyor gerçekten.    
     Kuzucuklarım artık yorgunluk sinyalleri vermeye başlayınca, ulaşımı da iyice çözmüş olan bizler Termini'ye dönüp ailemizin pizzacısında karnımızı doyurduk. Muhtemelen çocuksuz gelseydik, kendimizi meydanlardan birine atacak, daha geç saatlere kadar dışarıda kalacaktık. O zaman da gezimiz bu kadar keyifli olmayacaktı. (Almanya'ya gittiğimizde çocuklar küçük diye onları götürmemiştik, nasıl bir vicdan yaptıysak artık dönüşte bagajımızın çoğu lego ve muhtelif oyuncaklardan oluşuyordu.) Çocuklar dinlensin diye odamıza geldik, onlar hemen uyudular zaten. Biz de ertesi günün planlarını gözden geçirdik. Malum daha yoğun bir gezi bizi bekliyordu. Ayrıca 4. gün Floransa'ya gitmeye karar verdik. Otelimizde internet bağlantısı mevcuttu. www.trenitalia.com adresinden sabah gidip akşam dönecek şekilde biletlerimizi aldık. Bu da Hata 2. Floransa'ya gitmek iyi fikirdi, iyi ki de gittik fakat biz Floransa'ya gidip gitmemeye Roma'ya geldikten sonra karar verdik. Çünkü çocukların yürüme performansını önceden kestirememiştik. Onlar başarılı bir performans gösterince, Floransa'ya da gidelim dedik. Tren biletlerini ne kadar erken alırsanız o kadar ucuz oluyor. Biz gitmeden bir önceki gün alınca doğal olarak biletler çok pahalıya geldi. Otel rezervasyonu yaptırdığımız tarihte hemen tren biletlerini de almak lazımmış. Bunlar hep tecrübe oluyor insana...


3. GÜN

     Gezimizin en yorucu günü 3. gündü. İlk durağımız Vatikan'dı. Vatikan kendi başına küçücük bir ülke. Küçücük derken tabi ki sadece fiziksel sınırlarını ve nüfusunu kastediyorum. Katolik mezhebinin buradan yönetildiğini düşününce sınırlarını aşan bir ülke olduğu aşikâr.
     Vatikan'da ilk geçtiğimiz yer Saint Peter's Meydanı. (San Pietro ya da Aziz Petrus Meydanı) Meydanın sağında ve solunda 300 civarında traverten sütunun oluşturduğu iki yarım ay var. Bernini'nin kusursuz simetrisi benim gibi simetri hastalığı olan bir Başak burcunu can evinden vurdu. Bunların tam ortasında ise bir Mısır dikilitaşı bulunuyor.


     Bu fotoğrafı tabi ki biz çekmedik.  Kendimize Vatikan'dan kart atmıştık, onun resmi. Biz ancak dikilitaşı arkamıza alıp bir poz verdik. Fotoğraftan da anlaşıldığı gibi Kasım ayında montsuz gezebilecek bir hava vardı o gün Roma'da.

     Vatikan'da görülebilecek en önemli yerlerden birincisi San Pietro Kilisesi. Bu kiliseye giriş ücretsiz. San Pietro, Hristiyanların en önemli kilisesi. Dışarıdan büyüklüğü tam olarak anlaşılmıyor, içeri girince ne kadar büyük bir kilise olduğuna şaşıp kalıyorsunuz. Ben kilise gezmekten genel olarak çok hoşlanmam zaten, burada da farklı birşey hissetmedim. Muhakkak bu dine inananlar için çok anlam ifade ediyordur ama içeride o kadar fazla şey vardı ki beni yordu açıkçası. Ayrıca içerideki hava da çok resmiydi. Görevlilerin konuştuğu İngilizce çok ağdalı, çok ağır bir İngilizceydi. Hoş zaten soru sorduğunuzda bir suç işlemişsiniz gibi davranıyorlardı. Son derece kaba insanlardı. Biz sağa sola bakınırken bir kardinal geçti yanımızdan, oğlum fotoğraf çektiği için kardinalin geldiğini görmemiş. Görevliler resmen çocuğumu iteklediler. Eşim yetişmese yere düşebilirdi çocuk. O kadar ruhani, kutsal bir mekanda bulunuyoruz, yaptıkları şeye bak. İçim huzur dolacağına, daraldı bu mekanda.
     İçeride görülmesi gereken önemli birkaç şey var. Bunlardan bir tanesi Pieta. Pieta, Michelangelo tarafından yapılmış, Meryem Ana'nın kucağında çarmıhtan indirilen Hz. İsa'yı taşıdığı bir heykel. Uzak bir cam bölmede sergilendiği için doğrulayamadık fakat Meryem Ana'nın kemerinde Michelangelo'nun imzası olduğu söyleniyor ve bu imzaladığı tek eseriymiş. Ayrıca Michelangelo bu mermer heykeli tamamladığında sadece 25 yaşındaymış.
Pieta
     Diğeri ise Aziz Petrus'un bronzdan yapılan heykeli. Hz. İsa tarafından cennetin anahtarının Aziz Petrus'a verildiği söyleniyor. Bu anahtar bir papadan diğer papaya geçmekteymiş. Bu heykelde de Aziz Petrus elinde cennetin anahtarını tutmakta. Ayrıca gelen ziyaretçilerin dokunması ve öpmesi sonucu bu heykelin ayağı aşınmış.
Aziz Petrus Heykeli
      Aşağıdaki resimde ise, Bernini'nin heykelinin üzerindeki pencere dikkat çekiyor. Bu pencerede Kutsal Ruh; bulutlar, gün ışığı ve melekler arasında uçan bir güvercin olarak betimlenmiş.


     





     Bazilikanın kubbesini Michelangelo tasarlamış. 136 metre civarında yüksekliğe sahip olan bu kubbenin son halini görmek ise kendisine kısmet olmamış...

 


     Yine bir Bernini eseri olan bu anıtta, Papa VII. Alexander, gerçek, adalet, merhamet ve basiret figürlerinin arasında yer alıyor.
     Bana kalırsa, Vatikan kesinlikle dilinden anladığınız bir rehberle gezilmeli. İlk iki gün bizim kesinlikle bir rehber ihtiyacımız olmamıştı. Ama daha Vatikan'a girmeden bir rehber arayışına girdik. Zaten siz meydana doğru yürürken etrafta bir sürü rehber müşteri bulmaya çalışıyor. Bize Türkçe bilen bir rehber lazımdı (hemen gülmeyin, bazen şansınızı zorlamak gerekir). Aslında Türkçe bilen Parisa isminde bir İranlı rehber bile bulduk ama tur şirketleri kalabalık gruplar oluşturuyor ve bir paket program dahilinde gezdiriyorlar. Yani hadi gelin siz dördünüzü şu fiyata hem de Türkçe konuşarak gezdirelim gibi bir opsiyonları yok. Doğrusu benim de sanat tarihini İngilizce olarak anlayacak düzeyde İngilizcem yok. Dolayısıyla biz önceden hazırlamış olduğum notlarla ve elimizdeki Roma Gezi Rehberi kitabıyla dolaştık. Yalnız daha önce de söylediğim gibi, içeride çok fazla heykel, anıt,vs. var ve bunların hepsi bir olaya ya da bir kişiye atfedilerek yapılmış, insan sadece bakıp gitmek istemiyor. O eserin niye oraya konulduğunu bilmek istiyor. Sözün kısası kiliseden çıkarken tam anlamıyla merakımı giderebilmiş değildim.
     Kiliseyi gezip bitirdikten sonra görülmesi gereken ikinci yer Kubbe. Tabi kiliseye girmeden önce de çıkmak mümkün. Kubbeye çıkmak için belli bir yere kadar asansör var, sonra 300 basamak kadar bir merdiven varmış. -mış diyorum çünkü ben daha önce klostrofobiye davetiye çıkaran  merdivenlerin fotoğraflarını internette görmüştüm ve oraya çıkmam söz konusu bile olamazdı. 'İsterseniz siz çıkın ben beklerim' dedim ama diğer aile üyeleri de biraz yorgunluktan biraz da vaktimizin darlığından olsa gerek bu fikre pek sıcak bakmadılar. Dolayısıyla muhteşem manzarayı kendi gözlerimizle göremedik, fotoğrafını çekemedik, ama daha önce çekenlerin fotoğraflarına bakıp neyi kaçırdığımızı anlayabildik. 
Kaçırdığımız Manzara
     


     Kiliseden dışarıya çıkınca ilk dikkatimizi çeken şey İsviçreli Muhafızlar oldu. 1506 yılından beri Papa'nın güvenliğinden sorumlu olan, Vatikan'ın küçük ordusu gibi düşünebileceğimiz İsviçreli askerler geleneksel kıyafetleriyle ilginç bir görüntü oluşturuyorlar.
     Vatikan'ın kendine ait bir postanesi de var. Burada Vatikan pulları kullanılıyor. Daha önce hiç böyle bir deneyim yaşamamıştım, postanede satılan kartlardan aldık, arkalarına kendimiz için notlar yazdık ve kendi adresimize postaladık. Posta servisinin oldukça hızlı olduğunu söyleyebilirim. Döndükten kısa bir süre sonra kartlar elimize ulaştı. Aşağıda da o anın fotoğraflarını paylaşmak istiyorum. 







     Vatikan'da görülmesi gereken üçüncü yer ise 'Vatikan Müzeleri'. Vatikan Müzelerine giriş ücreti büyükler için 15 € ve çocuklar için 8 €. Benim Roma Pass Card'ım var, ücretsiz geçebilir miyim gibi düşüncelere sakın kapılmayınız, unutmayınız ki Vatikan ayrı bir ülke ve ayrı uygulamaları var. Roma Pass'i artık Roma'daki müzelere saklayacaksınız. 
     Vatikan Müzelerini size şöyle anlatabilirim. Uzun, ters U şeklinde bir koridor düşünün. Solundan yürümeye başlıyorsunuz, Sistina Şapeli yolun en sonunda. Şapeli gezdikten sonra koridorun sağından turunuzu tamamlamış oluyorsunuz. Vatikan Müzelerini gezmenin ana amacı tabi ki Sistina Şapeli'ni görmek fakat buraya ulaşmak o kadar kolay olmuyor. Arada short cut'lar var tabi ki ama ne olursa olsun uzun bir yol yürüyorsunuz. Tek teselliniz de yürürken sağınızda solunuzda gördüğünüz muazzam eserler. Mısır Müzesi, Raffaello Odaları, resimler, heykeller, büstler, mozaikler, duvar halıları, tavan resimleri, daha neler neler. Burası gerçekten de çok önemli sanat koleksiyonlarını barındırıyor. Sanat eserleri bombardımanına tutuluyorsunuz. 








 


   

     Bu eserlerden sadece birini ayrı bir mekanda görseniz durur uzun uzun incelersiniz ama biz ne yapıyoruz hızlı bir tempoda yürüyerek ve birbirimize en beğendiklerimizi, en ilgi çekici olanları işaret ederek hedefimize ulaşmaya çalışıyoruz. Sistina Şapeli'ne ulaştığımızda ilk olarak 'evet bu yorgunluğa değdi' diye düşünüyorum. Daha önce gezdiğimiz San Pietro Kilisesi'nde hissedemediğim ruhani hava burada kesinlikle mevcut ve sizi alıp götürüyor. Roma dönüşü uçakta gezimizin kritiğini yaptık, herkes en beğendiği yeri söyledi, benimkisi kesinlikle Sistina Şapeli. Bir kez daha Roma'ya gitmek ve bir kez daha şapeli gezmek isterim doğrusu.
     Şapele adım atarken görevliler tarafından fotoğraf çekmenin yasak olduğu konusunda 'kibarca' uyarılıyorsunuz. Buna rağmen 'yanlışlıkla' fotoğraf çekenler de yok değildi hani. Biz kurallara uyan bir aile olarak makinalarımızı kapattık ve öyle girdik içeri. Oğlumdan 'off, off, off, bu ne!' tarzı bir nida yükseldi içeri girince. İnsan önce ne tarafa bakacağını şaşırıyor, sonra derin bir nefes alıp tek tek incelemeye başlıyor resimleri. Şapelin duvarlarında 15. ve 16. yüzyıl sanatçıları tarafından yapılmış freskler yer alıyor. Bunlardan en önemlisi 1534-1541 yılları arasında Michelangelo tarafından yapılmış olan 'Son Yargı'. Bu eser için Michelangelo'nun olgunluk döneminin başyapıtı olduğu söylenmekteymiş.  Bu eserin sağında ve solunda ise İsa ve Musa'nın hayatından sahnelerin betimlendiği 12 resim yer almakta.
     Şapelin tavanını anlatmak için ise söyleyecek kelime bulamıyorum. Tavan freskleri 1508-1512 yılları arasında Michelangelo tarafından yapılmış. Michelangelo, bu freskleri özel bir iskele üzerinde tek başına çalışarak yapmış. Tavan panolarında Yaradılış, İsa'nın Ataları, Peygamberler, Kadın Kâhinler, Eski Ahit'ten Kurtuluş Sahnelerinin betimlendiği birçok resim yer alıyor. Tavana bakmaktan insanın boynu yoruluyor. Beni olduğum yere kilitleyen resim ise 'Adem'in Yaradılışı' idi. Bu resmi önceden de çok severdim zaten. Ama resmin tamamını, şapelin içinde diğer tüm yaradılış resimleriyle birlikte görmek gerçekten muhteşem bir histi.


     Tanrı'nın ilk insan Adem'e hayat verişini betimleyen freskte, Tanrı'nın yüzü olarak, Michelangelo'nun kendi yüzünü çizdiği düşünülmekteymiş. Tanrı'nın sağ kolu, hayat ışığını vermek için Adem'in parmağına doğru uzanmış. Sol kolunun altında ise bir kadın resmedilmiş. Bu kadının henüz yaratılmamış olan Havva'yı temsil ettiği düşünülmekteymiş. Tanrı ve Adem'in ellerini içeren detay ise freskin en önemli kısmı. Tam da bu kısma gelince benim yüzüme bir gülümseme yayıldı. Bulunduğum ortam, incediğim resimler değildi gülümsememin sebebi. Sevgili Arkadaşım Serap'tı beni gülümseten.
     Bunu anlatmadan geçemeyeceğim: Hayat denen yolculuğumun dört yılını Malatya'da geçirdim. Malatya ayrı bir yazı konusu olur, o yüzden bu konuya çok girmeyeceğim. Sadece o dört yıl içerisinde ben vakit geçirmek için bol bol puzzle yaptım. Bazılarını kendime sakladım, bazılarını eşe dosta hediye ettim. Çok sevdiğim arkadaşım Serap da 'Yaradılış' resminin puzzle'ını yapıyordu o sıralar. Sabah oğlumu kreşe bıraktım, Serap da kızını getiriyor aynı kreşe, her sabah ayak üstü sohbet ediyoruz. Serap'ı gördüm arabasının arkasında ama ne yaptığını da anlayamıyorum. Bagaj kapağı açık, Serap eğilmiş birşeyler yapıyor ama ne olduğunu anlayamıyorum bir türlü. Yanına varınca ne göreyim, Yaradılış puzzle'ı bagajda ama tam bitmemiş, Serap da kalan parçaları takmaya çalışıyor. Ne yapıyorsun burada dedim. Meğerse canım arkadaşım puzzle'ı bitirmiş, çerçeveletmek için arabaya koyarken puzzle bozulmuş, bazı parçaları yere dökülmüş, o da o parçalardan bulabildiklerini toplamış ve onları yerlerine koymaya çalışıyormuş. Gülsek mi ağlasak mı bilemedik. Biraz daha dökülen parçaları aradık ama hepsini bulamadık. Puzzle çerçevelendikten sonra da boş kalan yerlere bakıp o günü andık. Ve ben o gün Roma'da, Sistina Şapeli'nde, Serap'la yaşadığımız o günü düşünüp gülümsedim.
     Büyülenmiş bir şekilde ayrıldık Şapel'den. Ne yazsam, orada hissettiklerimi tam olarak anlatmaya yetmeyecek. Belki burayı gezen herkes aynı şekilde etkilenmiyor olabilir buradan, bilemiyorum. Benim çok farklı şeyler hissettiğim, gerçekten çok beğendiğim bir yerdi. Umarım bir kez daha gidip görmek kısmet olur.
     Şapel'den çıktığımızda öğlen olmuştu ve çok acıkmıştık. Müzelerin içinde bulunan kafelerden birine oturup bir kahve ve sandviç molası verdik. Daha sonra müzeden ayrıldık. Müzeden dışarı çıkarken 'sarmal rampa' olarak isimlendirilen merdivenlerden iniyorsunuz.

Sarmal Rampa







   
Vatikan Müzelerinden Çıkış


     Müzeden ayrıldıktan sonra Vatikan'da görmemiz gereken yerleri bitirmiş olduk. Buradan sonra Castel Sant'Angelo yani Melekler Şatosu'nu gezmeyi planlamıştık. Daha sonra Borghese Müzesi'ne gidecektik. Vatikan'da bu kadar uzun kalacağımızı kestirememiştik tabi önceden. Borghese Müzesi'ni mutlaka görmek istiyorduk, vaktimiz de daralmıştı, o yüzden önce Borghese Müzesi'ne gitmeye karar verdik. Her zaman yaptığımız gibi yine metroyu kullandık, o bölgeye en yakın durakta indik. Bu bölgeye metro ile gitmek de yaptığımız başka bir teknik hata oldu. Çünkü Villa Borghese denen bölge çok büyük bir alana kurulmuş ve biz orada gerçekten çok yürüdük. Hatta ben bir ara pes ettim, vazgeçtim müzeyi görmekten ama kızım çekiştirdi kolumdan.
     Villa Borghese, 1605 yılında Papa V. Paulus'un yeğeni Kardinal Scipione Borghese için tasarlanmış. Çok geniş bir alana kurulu bu parkın içerisinde koşu ve yürüyüş yolları, bisiklet parkurları hatta bir hayvanat bahçesi var. Bana Münih'teki Olimpiyat Parkı'nı hatırlattı biraz. İnsan buraya dar vakitte gelmemeli bence. Roma gezi planı yapacaklara naçizane bir tavsiyem olacak. Eğer zamanınız çok kısıtlı değilse, Vatikan için 1 gün, Villa Borghese için 1 gün ayırmak çok daha iyi olacaktır. Her iki yer de çok büyük ve mutlaka görülmeli. Biz 1 günde ikisini gezdik ama gerçekten çok yorulduk.

Müzeye doğru yürürken... (Banktaki evsiz adamın keyfine dikkat)



     Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. Sonunda Borghese Gallery'ye ulaştık. Müzeyi görünce biraz hayal kırıklığına uğradım. Sanırım bu binayı daha gösterişli hayal etmiştim. İçeride göreceklerimin beni ne kadar etkileyeceğini henüz bilemediğim için 'burası mıymış?' diye düşündüm. Müzeden çıkışta bu düşündüklerimden utanacaktım.
Borghese Gallery
     Müzeye girişler her iki satte bir oluyor: 13:00, 15:00, 17:00 gibi. Zaten iki saatte rahatlıkla gezilebiliyor. Müze girişleri tam bilet 13 €, indirimli 8.5 €. Biz Pass Card'ın ikinci ücretsiz müze girişi hakkını burada kullandığımız için ücret ödemeden girdik.
    Kardinal Borghese zevk ve eğlence düşkünü birisiymiş, aynı zamanda müsrif bir sanat meraklısıymış.  Bernini'ye bir dizi heykel siparişi vermiş. (İyi ki de müsrifmiş...) Müze işte bu kıymetli koleksiyonu barındırıyor. İçeride bizi bekleyen eserler hakkında biraz bilgi sahibiydik ama görmek başka bir şey tabi ki...
     İçeride fotoğraf çekmek yasaktı, aşağıdaki resimler müze shop'tan aldığım posta kartlarının resimleri.




Gian Lorenzo Bernini - Enea e Anchise (1622-1625)

     Truvalı Aeneas, Truva'nın işgali sırasında Yunanlıların işgalinden kaçar. Aeneas, Venüs ve Anchises'in oğludur. Omuzunda taşıdığı babası ve oğlu Ascanio ile birlikte Roma'ya sığınır.


Gian Lorenzo Bernini - Apollo e Dafne (1622-1625)

     Işık Tanrısı Apollon, aşık olduğu kadın Dafne'nin peşinden koşarken, artık gücü tükenmekte olan Dafne Toprak Ana'dan kendisini örtüp saklamasını ister. Ve bir defne ağacına dönüşür.
     Apollon, sevdiği kadının dönüştüğü ağaca bakarak, defne ağacını kendi onur ağacı ilan eder. Bu ağacın yapraklarının hiç solmamasını diler ve bundan sonra bütün kahramanların başlarına defne ağacının yapraklarından yapılma taçlar takılmasını emreder.
     Bernini sanki Dafne ağaca dönüşürken zamanı durdurmuş ve bu heykeli öyle yapmış. Dafne'nin ellerini gördüğünüzde hissettiğiniz tam olarak bu....








Gian Lorenzo Bernini - Pluto e Proserpina (1621-1622)

     Cehennemler Tanrısı (bizim bildiğimiz adıyla Hades), Zeus ve Demeter'in kızı Persephone'yi görmüş, beğenmiş ve yeraltına kaçırmış.
     Efsaneye göre yeraltında bir şey yendiğinde, bir daha yeryüzüne çıkılması mümkün olmazmış. Bundan habersiz olan Persephone, yeraltında bir nar tanesi yemiş.
     Kızı kaçırılan Demeter hayata küsmüş ve onun küsmesiyle toprağın bereketi kalmamış. İnsanlar kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlar.
     En sonunda Zeus, Persephone'nin yılın üçte ikisini (çiçek açma ve meyve zamanı) annesi Demeter'in, üçte birini (kış mevsimini) ise kocası Hades'in yanında geçirmesine karar vermiş.
     Böylece toprağa yeniden bereket gelmiş. Persephone her yeryüzüne çıktığında annesi yeryüzüne baharı getirirmiş.
     Hades'in Persephone'nin bacağını kavradığı yer gerçek olamayacak kadar güzel. Bu heykelin bir insanın elinden çıktığına insanın inanası gelmiyor.
   


Gian Lorenzo Bernini - David (1623-1624)

     Hz. Musa'dan sonra İsrailoğulları'na Calut (Goliath) isimli bir dev musallat olmuş. Bu devin tek zayıf noktası alnının ortasıymış.
     Calut'un ordusuyla savaşmaya giden Talut'un (İsrailoğulları'nın o zamanki lideri) ordusu güçsüz kalınca ortaya Davut Peygamber çıkmış. Calut'un alnının ortasına bir taş fırlatmış. Yere devrilen devin boğazını kesmiş. Böylece İsrailoğulları savaşı kazanmış.
     Bu heykelde Davut Calut'a saldırmadan önceki haliyle betimlenmiş. Bernini'nin heykele kendi yüzünü verdiği söylenmekte.  

Antonio Canova - Paolina Borghese (1805-1808)
  

Napoleon'un kardeşi Pauline, heykeltıraş Canova'ya  Venüs olarak poz vermiş. Pauline'nin kocası bu heykeli bir odaya kilitlemiş ve Canova'nın bile girmesine izin vermemiş.





     Bazen okuduğunuz bir kitap, izlediğiniz bir film ya da duyduğunuz bir söz sizi öyle etkiler ki artık siz 'eski' siz değilsinizdir. Biz de Borghese Müzesi'nden çıktıktan sonra önceki 'biz'den çok farklıydık. Özellikle de yorulurlar mı, sıkılırlar mı, yürürler mi diye endişe ettiğimiz çocuklarımız buradan öyle farklı bir hisle çıktılar ki, hep birlikte gelmekle ne kadar doğru bir karar verdiğimizi o an daha iyi anladık. Gördükleri eserler hayatlarında bir yere dokunmuştu, bu çok açıktı. Kızım uzun süre ödevlerini müze shop'tan aldığımız üzerinde Michelangelo resmi olan kalemle yaptı. Kalem minnacık kaldı ama atmaya kıyamadı. Sömestr tatilinde Ankara'da kitapçıları dolaşırken oğlum sürekli 'bak anne Bernini, bak baba Michelangelo' diye sanatçıları ve eserlerini anlatan kitapları buldu gösterdi. En son geçen hafta İngilizce öğretmenleri derste kendilerinin ya da bir başkasının hayatını anlatmalarını istemiş. Benim oğlum kimin hayatını anlatmış: Leonardo da Vinci. Bütün bunlar gezdiğimiz ve gördüğümüz yerlerin, onların içinde bir yere dokunduğunu gösteriyor ve doğrusu ben bir anne olarak bunu çok önemsiyorum....  
     Borghese Müzesi'nden çıktıktan sonra kendimizi aşağıda resmi görünen mini trene attık. Hem çok yorgunduk hem de parkın tadını hiç çıkaramamıştık. En azından kısa bir süre de olsa oturabildik ve etrafımızı seyrettik, çıkışlardan birinde de indik. Villa Borghese'den ayrılırken kızım hâlâ küçük gezi arabalarından ya da ginger benzeri tek kişilik araçlardan kiralayalım ve biraz daha parkta gezelim diye ısrar ediyordu. Gerçekten de özellikle çocuklu aileler Villa Borghese'de 1 tam gün çok keyifli vakit geçirebilir, tabi eğer hava bizim gittiğimiz günkü gibi güzelse....
      
     
     Biz Borghese Müzesi'ni 15:00-17:00 saatleri arasında gezdik. 19:00'da aslen Kıbrıslı olup, Roma'da yaşamakta olan bir tanıdığımızla buluşacaktık. 2 saat zamanımız vardı ve ben gündüz gitmediğimiz Melekler Şatosu'nu görmeyi çok istiyordum. Böylece yeni bir maraton başlamış oldu. Çünkü Şato'ya gitmek demek neredeyse geldiğimiz yolu geri dönmek demekti. Bu kez şansımızı otobüste deneyelim dedik ama ne gelen var ne giden. (Muhtemelen yanlış bir durakta beklemiş olabiliriz ya da bu bölge, merkezin dışında kalıyor o yüzden otobüsler seyrek geliyor olabilir.) Otobüsten umudu kesince yürüye yürüye metro durağına vardık. Ve şatoya ulaştık. O gün çok yorulduğumuz için olsa gerek yürüdüğümüz mesafeler bana hep çok uzak gelmişti ama şimdi elimdeki Castel Sant'Angelo biletlerine bakıyorum, bilet aldığımız saat 17:35. Aslında Borghese'den Şato'ya gidişimiz yarım saat sürmüş.

     Castel Sant'Angelo (Melekler Şatosu), MS 2. yüzyıl civarında Roma İmparatoru Hadrian tarafından kendisi ve aile bireyleri için anıt mezar olarak yaptırılmış. Daha sonra kale ve hapishane olarak kullanılmış. Roma'nın en güvenli kalelerinden biri olarak kabul edilmekteymiş. Bir tünelle Vatikan'a bağlandığı için, bir tehlike anında Papa'lar bu kaleye saklanırlarmış. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet'in oğlu Cem Sultan da bu kalede hapiste kalmış. Melekler Şatosu olarak anılmasının sebebi ise, bir rivayete göre kalenin tepesine bir melek inmesi imiş. Kalenin tepesinde şu anda Başmelek Mikail'in bir heykeli bulunuyor.  
     Melekler Şatosu'na giriş ücreti 7 € idi. Silindir şeklindeki bu yapıyı yavaş yavaş tırmandık. Biz yukarı çıkarken hava iyice karardı ve Roma'nın gece manzarasını görmüş olduk. 

Castel Sant'Angelo
  
Başmelek Mikail Heykeli












Kalenin hemen önündeki köprü (Ponte Sant'angelo) önemli sanatçıların yaptığı melek heykelleriyle süslü. 


     Şatoyu gezdikten sonra randevumuza yetişebilmek için Roma'da ilk kez taksi kullandık. Melekler Şatosu'ndan Via Tritone'ye kadar gittik. Taksicinin çok konuşması dışında bir sorun yaşamadık. Hem çok konuşuyor, hem de İtalyanca konuşuyor sanki biz anlıyormuşuz gibi. Komikti gerçekten...
     Kıbrıslı tanıdığımızla biraz Kıbrıs, biraz da Roma muhabbeti yaptık. Sonra yemek için Trastevere'ye gitmeyi önerdi. Şehrin bu kısmına daha önce gelmemiştik gerçekten. Trastevere, 'Tevere'nin karşısı' , 'Tiber Nehri'nin ötesi' gibi bir anlama geliyormuş. Burası Roma'nın bohem yüzü. Biz saat 19:00 civarı oradaydık, dükkanlar yavaş yavaş kapanıyordu, ayrıca çok acıkmıştık. Şöyle geçerken 'göz ucuyla' baktığım kadarıyla çok güzel butikler vardı. Eskiden çok popüler bir semt değilmiş ama son zamanlarda turistler tarafından ilgi gösterilen bir yer olmuş. 
      Yemeğimizi 'Neron' isimli bir pizzacıda yedik. Bu ismi bir kenara not etmenizi tavsiye ederim. Yediğimiz her şey süperdi. Tadı damağımda kaldı yediklerimin. Hele yemekten sonra ısrar üzerine yediğim bir tiramusu vardı ki şöyle söyleyebilirim size: ben daha önce hiç tiramusu yememişim meğerse. Yok eğer benim daha önce yediklerim tiramusu ise, bu başka bir şey. Gerçekten hem lezzetli yemekleri hem de sıcak ortamı ile Neron günün finali için süper bir restoran oldu. Bir kenti en iyi orada yaşayanlar bilir ne de olsa... Tanıdığımıza, bizim için vakit ayırdığı için buradan tekrar teşekkür ediyor, Roma'ya sevgi ve selamlarımızı gönderiyoruz.  
     Artık otele dönme vakti gelmişti. Sanırım gezimizin hakkını verdiğimiz gün bu gün oldu. Termini'ye bu kez otobüsle döndük. Çocuklar otobüste birazcık kestirdiler. Otele vardığımızda ise sanırım daha başları yastığa değmeden uyumuşlardı. Biz de Floransa hazırlıklarımızı yaptık ve yattık.    


4. GÜN (FLORANSA)

          Gezgin olmak böyle bir şey galiba: her sabah yorgunluğunu unutup, şarj olmuş bir şekilde ve büyük bir merakla uyanıyorsun. Yeni gün bizi bekliyor....
     Floransa'ya hem normal tren hem de hızlı tren var. Biz hızlı tren için bilet almıştık, günümüz yollarda geçmesin diye. Floransa biletlerini alırken dikkat edilmesi gereken bir nokta var: varış istasyonu Firenze S.M.Novella olmalı. Trenimiz sabah 08:15'te kalkıyordu. Hızlı bir kahvaltının ardından Termini Tren İstasyonu'ndaydık. Son derece rahat bir yolculuğun ardından 09:45 gibi yani 1,5 saat sonra Floransa'daydık. (Normal tren tercih etseydik yolculuğumuz 3 saat 45 dakika kadar sürecekti).
     Trenden inip yürümeye başlamıştık ki yaşlı bir amca yolumuzu kesip harita isteyip istemediğimizi sordu, artık etrafımıza nasıl bakıyorsak şıp diye anlamış amca turist olduğumuzu. Roma'da turist olarak hiç böyle bir ilgiyle karşılaşmadığımız için ben 'bu amca da kim?, kapkaççı falan mı acaba' diye düşündüm doğal olarak. Gerçi kapkaççı olamayacak kadar hoş giyimliydi. Bizim cevap vermemize fırsat vermeden bir haritayı açtı, görmemiz gereken yerleri işaretledi, bizim için bir güzergah çizdi ve gezeceğimiz yerleri anlaşılır bir İngilizceyle kısaca anlattı. Ben, 'kesin dolandırılıyoruz, kaç lira isteyecek acaba bu 'gönüllü' rehberlik hizmeti için' diye düşünmekteyim o sırada. Konuşması bitince olanca sempatikliğiyle, 'iyi eğlenceler' diledi ve sadece 1 € istedi. Ak Sakallı Dede gibi bir şey... Yoluma hep iyi insanlar çıkıyor, çok şükür....
     Ak Sakallı Dede şokunu atlattıktan sonra bir de soğuk hava şokladı bizi. Floransa Roma'nın kuzeyinde olduğu için biraz daha soğuktu, yaklaşık 6 derece kadar... Biz Roma'da ılık havada gezmeye alışmıştık. Birden çok üşüdük. Kapalı bir yere girip ısınalım ve aklımız başımıza gelsin dedik.
     Hemen istasyonunun karşısında bulunan bir kafeye attık kendimizi: Caffe Alinari. İçmek için sıcak birşeyler söyledik, yanına da pasta. Sonra haritayı elimize aldık ve amcanın işaretlediği yerleri inceledik. Benim notlarıma göre gezmemiz gereken yerleri de işaretledik. Artık Floransa'yı turlamak için hazırdık. Bu arada ilk kez bu kafede menüde iki farklı fiyat seçeneği ile karşılaştık. Birisi kahvenizi ayakta içecekseniz, diğeri ise oturup masada içecekseniz. Masada oturup içmek daha pahalı tabi ki ama en azından dinlendik, ısındık, verdiğimiz paraya değdi kısacası.
Floransa Haritası
      Haritanın sağ üstünde çizgi çizgi gözüken yer tren istasyonu. Mavi kalem ile daire içine alınan yerler ise amcanın çizdiği yerler. İzlediğimiz güzergah 1-3-2-4-5 şeklindeydi.
     Bulunduğumuz yani trenden indiğimiz meydanda Santa Maria Novella Kilisesi bulunmakta idi. (Tren istasyonu ismini bu kiliseden alıyor zaten). İlk olarak bu kiliseyi gezdik. Giriş ücreti kişi başı 5 € idi.
Santa Maria Novella Kilisesi















   








     Göreceğimiz ikinci yer 'Mercato Centrale'. Burası kapalı bir pazar. O bölgeye özgü ne ararsanız burada satılıyor: şaraptan zeytinyağına, etten peynire. Çok güzel kurutulmuş mantarlar vardı, almadığım için pişmanım şimdi...Eşim pazara gitmekten nefret eder, sanırım bu yüzden hiç fotoğraf çekmemiş burada.
     Güzergahımızı takip ederek 'Galleria dell'Accademia'ya ulaştık. Giriş ücreti 11 € ve çocuk indirimi yok. Bu galeride Michelangelo'nun en önemli eserlerinden biri olarak anılan meşhur 'David' heykeli bulunuyor. İçeride fotoğraf çekmek yasaktı ama gerçekten etkileyici bir heykel olduğunu söyleyebilirim. Biz içerideki David heykelini fotoğraflayamadık ama galerinin bahçesinde akademi öğrencilerinin yaptığı 'esprili' bir David heykeli bulunuyor. Ailecek bu heykelin önünde çektirdiğimiz bu fotoğrafı sizlerle paylaşmak istiyorum.

     
      Bu galeriden çıktıktan sonra, dar sokaklardan geçerek, yol üstünde gördüğümüz küçük mağazaları dolaşarak Duomo Meydanı'na ulaştık. Bu meydanda Santa Maria del Fiore Katedrali bulunuyor. Bu katedral zaten yürüdüğünüz dar sokaklardan bile görülebiliyor.      
     Katedrali gezmeden önce bir yemek molası verdik. Pizzeria A Taglio isimli küçük bir pizzacı gördük, üst katta yiyeceklerimizi seçtik ve alt kata inip aldıklarımızı afiyetle yedik. Alt katta bütün duvarlar gelen müşterilerin imzalarıyla doluydu. Bizim çocuklar da kendi isimlerini yazıp, tarih attılar hemen. Belki bir gün yine uğrarlar bu pizzacıya, kim bilir?..




     Yemekten sonra Santa Maria del Fiore Katedrali'nin içini gezdik. Katedrale giriş ücretsiz. İsterseniz tepesine çıkıp, Floransa manzarasını da izleyebilirsiniz. Asansör için belli bir ücret ödemeniz gerekiyor. Biz sadece içini gezmekle yetindik. Çünkü aklımız sokaklarda kalmıştı....


Santa Maria del Fiore Katedrali
Katedralin Tepesine Çıkmayı Başarmış Sportif Arkadaşlar


     Katedralden çıktıktan sonra, Via dei Calzaiuoli üzerindeki mağazalardan biraz alışveriş yaptık. Beni sabahtan buraya getirip bırakmak lazımmış aslında. Bu caddede bir de Disney Store bulunuyor. Çocuklar mağazayı görünce çıldırdı. Ben bile içinden çıkmak istemedim, çocukların çıldırması gayet normaldi.
     Hem bütün mağazalara girmek istiyoruz hem de görmek istediğimiz yerler bitmedi henüz. Zor ayrıldık bu caddeden. Duomo Meydanı'ndan çıktıktan sonra bu caddeyi takip ederseniz direkt Piazza della Signoria'ya çıkıyorsunuz.
     Piazza della Signoria (Signoria Meydanı)'da, birçok sanat eseri ve bazı sanat eserlerinin de kopyaları bulunuyor.   




     Signoria Meydanı'ndan geçerek Eski Köprü'ye doğru ilerlerken yolumuzun üzerinde Galleria degli Uffizi vardı. Ünlü, Uffizi Sanat Galerisi. Doğrusu Floransa'ya gelirken en çok görmek istediğimiz yer burasıydı. Bloglarda büyük bir galeri olduğunu, dolaşmanın uzun sürdüğünü de okumuştuk. Galerinin önüne geldik, durduk, içeri girip girmemek konusunda bir oylama yaptık. Üç günün sonunda bir doz aşımı mıydı yoksa Floransa'nın özelliğinden dolayı mı bilemiyorum biz Floransa'da kilise, müze gezmektense sokakta daha çok vakit geçirmek istedik. Girdiğimiz kapalı ortamları olabildiğince kısa sürede gezdik. Dolayısıyla kapısına kadar geldiğimiz galeriden içeri girmedik.
     Biz İtalya'dan döndükten 1-2 gün sonra Ertuğrul Özkök, Hürriyet'teki köşesinde şöyle yazmıştı:
   
     Hafta sonu, iki günlüğüne Floransa'ya gittim.
     Sadece, Caravaggio'nun Baküs ve Medusa tablolarını seyretmek için bu yolu yaptım.
     ......
     Pazar günü Uffizi Müzesi'nde Caravaggio'nun Baküs'ünün karşısında uzun uzun dururken en çok bu cümleyi düşündüm.
     ...........
   
     Bu satırları okurken 'Allah'ım, inanamıyorum, biz kapısına kadar gittik geri döndük, adam sırf bu müzeyi gezmek için Floransa'ya gitmiş' diye bir süre kendi kendimi yedim, itiraf ediyorum. Yine de gönlüm şu bakımdan rahat: bazen 'kafa nereye biz oraya' durumu da iyi geliyor insana. O gün canımız sokaklarda gezmek istedi, öyle mutlu olduk. Her zaman canımızın istediği şeyi yapma lüksümüz yok, hiç olmazsa tatilde canımızın istediğini yapalım değil mi?
     Eski Köprü'ye doğru ilerlerken bizi çok eğlendiren bir olay yaşadık. Floransa'da sokaklar sanat eserleriyle, heykellerle dolu. Oğlum önümüzden yürüyor ve bazı heykellerin fotoğraflarını çekiyordu. O heykelde bir gariplik olduğunu hissettim. Ne olduğunu anlamaya çalışırken heykelin göz bebeklerine baktım, o göz bebekleri yavaşça hareket edince ben ve benimle birlikte çocuklarım aynı anda çığlığı bastık. Meğerse bu heykel, Leonardo da Vinci kılığında bir sokak sanatçısıymış. Roma'da da sokak sanatçılarıyla karşılaşmıştık ama bu çok ama çok başarılıydı. Gelip geçenlere 'Çağdaş Demokratik Devrim' ile ilgili bir broşür dağıtıyordu. Bize nereden geldiğimizi sordu, inanması zor ama bize aynı broşürün Türkçe olarak hazırlanmış olanını çıkardı verdi. Biz, Eski Köprü'ye kadar nasıl da korktuğumuzu anlatıp, halimize gülerek yürüdük.





     Eski Köprü (Ponte Vecchio), son derece sevimli bir köprü. Bu köprünün üzerinde mücevher ve antika satan mağazalar bulunuyor. Köprüden karşıya geçiyoruz.

Ponte Vecchio
      Nehrin karşı kıyısında bol miktarda antikacı ve sanat galerisi bulunuyor. Sanata ilgi duyan, evinin dekorasyonu için özel parçalar arayanlar için çok uygun bir semt. Ayrıca şarap, zeytinyağı, sirke alabileceğiniz bir çok dükkan bulunuyor. Biz de alışverişimizi yapıp devam ediyoruz. Dönüş saatimiz yaklaştığı için, tren saatinden önce akşam yemeği yiyebileceğimiz bir restoran arayışına giriyoruz. Geç kalmamak için istasyona yakın bir yerde yemeğe karar veriyoruz. Geri dönerken Eski Köprü'den değil, ona paralel Ponte Santa Trinita'dan karşıya geçiyoruz.

Ponte Vecchio

Nehirde Kürek Çeken Bir Kadın
     Akşam yemeğimizi Nazionale Caddesi üzerindeki 'Trattoria Bondi' isimli bir restoranda yedik. Her zamanki gibi pizza ve makarnadan vazgeçmedik. Yemek yerken Floransa'ya gelme konusunda doğru karar verdiğimizi konuştuk.  





     Ve dönüş yolculuğu... Saat 19:10'da hızlı trenle Floransa'dan ayrıldık. Termini artık evimiz gibi olmuş, sanki eve dönüyormuşuz gibi hissettik. Yine 1,5 saat süren yolculuğun ardından Termini'deydik. 4. günümüz de böylece sona erdi. Günümüzü en iyi özetleyen fotoğraf, Disney Store'dan aldığı Minnie'si kucağında, trende yorgunluktan uyuyakalan güzel kızımın fotoğrafıydı...  



5. GÜN 

          Halimizden çok memnunduk fakat dönüş günü geldi çattı. Tatilimiz bitti diye biraz hüzünlü uyandık o sabah. Kahvaltının ardından biraz boş vaktimiz vardı, o saatleri boş geçirmek istemedik.
     Termini'de kaldığımız otele yürüme mesafesinde bulunan Santa Maria Maggiore Kilisesi'ne gittik. Kilise gezmeyi pek sevmem diyorum ama gitmediğimiz kilise, gezmediğimiz katedral de kalmamış neredeyse....Bu kilisenin bir hikayesi var. Rivayete göre, Papa Liberius 352 yılında rüyasında Hz. Meryem'i görüyor. Hz. Meryem, karın yağdığı tepeye bir kilise yapmasını istiyor. Oldukça sıcak geçen yaz mevsiminde, 5 Ağustos'ta Esquilino Tepesi'ne kar yağıyor. Ve bu kilise, kar yağan bu tepeye yapılıyor. Her yıl 5 Ağustos'ta bu kilisede anma törenleri düzenlenmekte ve ayin sırasında tavandan karı temsil eden beyaz gül yaprakları atılmaktaymış. Ayrıca tavan süslemelerinde Colomb'un Amerika'dan getirdiği altınların kullanıldığı söyleniyor.    

Santa Maria Maggiore Kilisesi
 


     Kiliseyi gezdikten sonra otelimize döndük, eşyalarımızı aldık, sanırım Roma'da en çok uğradığımız yer olan Termini İstasyonu'na geldik. Havaalanı biletlerimizi bir gece önce Floransa'dan dönünce almıştık. Peronun girişinde bulunan kutuda biletlerimizi onaylattık. 'O kadar bilet aldık, kimse kontrol etmiyor' diye konuştuk yolda giderken. Havaalanında indiğimizde bir kargaşa oldu. Trene binerken biletlerini onaylatmayan iki kız böyle bir uygulamadan haberleri olmadığını anlatmaya çalışırken görevli onlara ceza kesmekle meşguldu. (Cezanın tam olarak ne kadar olduğunu bilmiyorum ama bir 100 € lafı dolanıyordu havada.) Kızlar çok sinirlenmişlerdi. Demek ki biletlerimizi onaylatmayı ihmal etmeyecekmişiz...
     Uçağımız 14:00'de kalkacaktı. Eşim zaman konusunda çok hassas olduğu için biz 11:15 itibariyle havaalanındaydık. Pazar sabahı brunch'a gideceğimizde bile saat kuran bir eşiniz olunca her yere erken gitmek konusunda uzmanlaşıyorsunuz. Ben yine içimden 'erkenden geldik havaalanına, ne yapacaksak bu pis yerde bu kadar saat' diye homurdanıyordum. Ama çoğu kez olduğu gibi eşimi dinlemekle yine çok iyi yapmışız. Öncelikle Pegasus'un check-in kontuarı havaalanının en ücra köşesinde. En sona atmışlar resmen bizi. Kontuara ulaşıp check-in yaptırıncaya kadar epey vakit kaybediyorsunuz.
     Diğer önemli bir konu ise havalanının gelen yolcu bölümü ile giden yolcu bölümü arasındaki fark. Gelen yolcu kısmı tam bir hayal kırıklığı idi. Fakat giderken pasaport kontrolden sonra  gayet modern bir havaalanı bekliyor sizi. Ve burası havaalanının gelen yolcu bölümünden oldukça farklı. Bir sürü güzel mağaza, mini bir Condotti havası estiriyor. Restoranlar, kafeler, vs. zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.
     Biz dei Frescobaldi'de bir şarap-peynir keyfi yaptık, çocuklara Venchi'den dondurma aldık, Gentilini'den bir kutu bisküvi aldık, lüks çantalar satan mağazaları dolaştık ve sanırım havalanında geçirilebilecek en keyifli vakitleri geçirdik. Yediğimiz, içtiğimiz her şey çok başarılıydı. Roma'dan ayrılırken belleğimizde güzel anılar olduğu kadar, damağımızda da güzel tatlar vardı.
     Roma'yı çocuklarımızla birlikte olabildiğince keşfetmeye çalıştık. Roma pek çok yönüyle İstanbul'a benziyor. 3-5 gün gezerek bitiremezsiniz Roma'nın güzelliklerini. Çok güzel ve etkileyici bir şehir fakat biraz fazla turistik. Floransa ise Eskişehir gibi. Bir kültür sanat şehri. Küçük derli toplu bir şehir, aynı zamanda çok modern. Hem kozmopolit değil, hem Roma'daki kadar turist yok. Floransa'da yaşayanlar da daha bir cool geldi bana. Daha yaşanası bir yer. Ama İstanbul nasıl sizi büyülüyor, güzelliğiyle zehirliyorsa Roma da insana aynı şeyi yapıyor. Büyülü bir şehir, yine gitmek isteyeceğiniz bir şehir ve evet aynı İstanbul gibi bir aşk şehri...
     Biz de bu büyülü şehre bir gün yine gelmek dileğiyle Arrivederci (hoşçakal) diyoruz....

24 yorum:

  1. Harika yazmışsınız! :)

    YanıtlaSil
  2. gerçekten çok güzel bir gezi guide olmuş. sağolun bizde yeni gidicez çok faysı olacağından şimdiden eminim.

    YanıtlaSil
  3. merhaba gercekten yazınızı begendım tam anlamıyla okuyamadım su an ıste oldugum ıcın romada kalıcak yer var ama otelde kalmayı tercıh edıyorum otel fıyatlarıyla ılgılı bır sorum olsun sıze bookınkde arfastırmadan:)sevgıle r saygılar

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Öncelikle geç cevap yazdığım için kusuruma bakmayın. Taşındık, yeni bir şehre alışmakla meşgulüz bu aralar. Dolayısıyla blog umu ihmal ettim biraz. Kırk kere booking.com a bakmışsınızdır ama ben yine de yanıtlayayım: biz 7 ay kadar önceden rezervasyon yaptırmıştık ve Hotel Teti'ye 4 gece için 420 € ödedik. Oda her gün temizleniyordu, kahvaltı yeterliydi, ulaşım çok rahattı. Sadece istasyona yakın olduğu için gece tren tıkırtıları eşliğinde uyuyorsunuz. Keyif değil keşif odaklı bir gezi yaptığımız için odanın konforu bizim için çok önemli değildi. O yüzden makul bir ücret olduğunu düşünüyorum. Tabi Roma'da otel seçenekleri oldukça fazla, tamamen sizin tercihinize kalmış. İyi bir tatil geçirmenizi dilerim...

      Sil
    2. de yenı gordum cevabınızı her seyı hallettım 8 yasımdakı kızımla 20 kasımda gıdıyoruz alakanız ıcın tesekkurler 2 gun roma 3 gun bologna.kızımda abvatandası oldugu ıcın muzeye parfa vermeyız :))faydasını gorduk en sonunda

      Sil
  4. şubat ayı sonunda tam de sizinkine benzer bir gezi yapmayı umut ediyorum, henüz sadece biletim var, harika bir yazı, eminim çok işime yarayacak. sevgiler...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bir biletle başlıyor zaten her şey.... Keyifli bir tatil geçirmenizi diliyorum...

      Sil
  5. emeğinize sağlık , çok teşekkürler

    YanıtlaSil
  6. elinize saglık gercekten çok faydalı bir yazı olmuş, kısmetse ocak sonunda sömestre tatilinde gideceğiz, yazınızı da print edip yanıma alacağım...

    YanıtlaSil
  7. Yazınız çok güzel olmuş. Detaylar ise mükemmel. Gözlemlediğim tek eksik nokta alışveriş ve yeme içme konusundaki noktalar. Onun dışında mükemmel bir gezi rehberi olmuş elinize sağlık. :)

    Hani o eksik noktalarda şehir sizin siz keşfedin der gibi aslında. :)

    YanıtlaSil
  8. Çok keyifliydi yazdıklarınızı okumak ve bir o kadar da faydalı... Önümüzdeki ay için bilet ve otel rezervasyonlarını yaptım... Başucu rehberim yazdıklarınız ve tecrübeleriniz olacak... Teşekkürler...:)

    YanıtlaSil
  9. detaylar çok güzel, teşekkürler :)

    YanıtlaSil
  10. detaylar çok güzel, teşekkürler :)

    YanıtlaSil
  11. TARİHİ İLE YAŞAYAN ROMA
    (Augusta Lucilla Palace)Konumu oteller bölgesinde tren terminaline ve metroya yakın, gezilecek mekanlara yakın ve havalimanına kolay ulaşım imkanı sunuyor.
    Küçük oda tercihi yapmıştım. Ancak bu kadar küçük olacağını hiç tahmin etmemiştim. Kapıdan direk yatağa geçiyorsun bavulu oda zor içeri aldık. Bir odanında min. olması gereken bir sınırı olmalı. Ortopedik hareketli yatak vardı.
    Kahvaltısı iyiydi. ilgili ve güleryüzlü otel personeli yardımcı olabilecek donanımdaydı.

    Roma yaşayan tarihi ile turistler için tam bir çekim noktası. Geçmişten gelen yapılarını günümüze kadar çok iyi muhafaza etmişler. Müze ve tarihi yerleri sıra beklemeden gezemiyorsunuz. Tarihin içinde yaşıyorsunuz adeta her bir köşe başı ayrı bir kültür abidesi.

    Bir kent tarihi ile bu kadar mı iyi korunur.
    Roma'yı gördükten sonra tarihini görmezden gelen her köşebaşına gökdelen yapılan ve inşaata dönüşen kentleri görüp üzülmemek elde değil.

    Yemek ise Akdeniz mutfağının tüm güzelliklerini sunuyor. Asla aç kalmıyorsunuz.
    Bir çok yerde pizza yedim. Beklenti Lezzet ise Benim pizza için favorim ayak üstü servisi ile Alice pizza. Diğerlerinde ayrılıyor. Eğer yerini bulabilirseniz ve içerde pizza kalmış ise mutlaka tadın derim. Dondurma'da ise diğerlerinden ayrılan nokta Punto Gelato.
    Ben turistik değil Roma'da yaşayanların gittiği doğal bir restauranta gitmek istiyorum diyorsanız Trattoria Pizzeria Da Giuseppe deneyebilirsiniz.

    Şubat 2016 tarihinde çift olarak konakladı, seyahat etti

    YanıtlaSil
  12. Roma herkesin ölmeden önce görmek istediği yerlerden biri, paylaşım için teşekkürler. Yazınızda göremediğim bazı noktaları gitmek isteyenlerle paylaşmak isterim https://gezimanya.com/italya/roma-gezilecek-yerler

    YanıtlaSil
  13. Ucuz otobüs bileti bulmak artık çok kolay. Online olarak internetten ucuz otobüs bileti https://www.3havalimanı.com/otobus-bileti satın alabiliyorsunuz. İnternet üzerinden hizmet veren onlineterminalim.com sitesinde bütün otobüs firmalarının seferlerini karşılaştırıp, en ucuz otobüs biletini bulup alabiliyorsunuz.

    Mis Amasya, Narlıca Seyahat, Nevşehir Seyahat, Niksarkale, Öncü Göreme, Öz Diyarbakır, Öz Doğu Kars, Öz Elbistan, Öz Erciş Seyahat, Öz Sivas, Mersin Vif, Mersin Villa, Metro, Özgül Bafra, Özlem Ardahan otobüs firmalarının online bilet işlemlerini https://www.3havalimanı.com dan yapabilirsiniz.

    YanıtlaSil
  14. Merhaba benim ismim motorcu. Motosiklet ile seyahat eden biriyim. Türkiyede gezmedik yer bırakmadım. Gezilerimi topladığım bir bloğum var. Sizleride bu bloğa gelmenizi ümid ediyorum. gezmek gerçekten çok güzel http://www.hesaplitatilfirsatlari.com/

    YanıtlaSil
  15. Çok Teşekkürler. Yönlendirici bir yazı olmuş. Sömestr tatilinde Roma'ya gitmeyi planlıyoruz. Bilhassa çocuğuyla seyahat edenlerin yazılarını araştırıyorum. Bu anlamda çocuklarla gezide karşılaştığınız zorluklar ile ilgili daha fazla bilgi alabilir miyim? Mesela yemek, yorgunluk ve tuvalet sorunları.

    YanıtlaSil
  16. Ağzınıza Sağlık.. Aynı Programı harfiyen yapmayı düşünüyoruz :)

    YanıtlaSil
  17. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil