27 Ocak 2013 Pazar

Volkan Konak Konseri

     Dün eşim ve bir arkadaşımızla birlikte Volkan Konak konserindeydik. Türkiye'deki sanatçıların çoğu sık sık hafta sonlarında Kıbrıs'ta sahne alıyor. Aynı hafta sonu birden fazla sanatçının farklı otellerde konseri olabiliyor. Biz de denk geldikçe gitmeye çalışıyoruz. Dünkü Volkan Konak konseri  için şu ana kadar Kıbrıs'ta izlediğim konserlerin en iyisiydi diyebilirim.  
     Konseri anlatmadan önce acıklı bir Volkan Konak anımı anlatacağım. :)) Kıbrıs'taki ilk 'yaz'ımızda annem, babam, kız kardeşim, eşi, o zamanlar 3,5 yaşında olan oğulları Arda ve 1,5 yaşındaki kızları Elif Selen bize tatile gelmişlerdi. Bol bol denize gittik, gezdik, eğlendik. O tatil boyunca arabada çoğunlukla Volkan Konak cd'si dinledik ve Afacan Yeğenim Arda sürekli 'Göklerde Kartal Gibiydim' şarkısını söyledi, 'bu benim şarkım' deyip durdu. Ayrılık vakti geldi. Eşimin o gün işe gitmesi gerekiyordu, arabaya hepimiz sığamayacağımız için çocukları da yanında götürdü. Ailemi havaalanına bırakma görevi de bana düştü. Onları pasaport kontrolden uğurladıktan sonra kendimi o kadar yalnız hissettim, o kadar üzüldüm ki, sanki havaalanı bomboş sadece ben varım ve her şey etrafımda dönüp duruyor. Ağlaya ağlaya arabaya geldim, bindim, anahtarı çevirdim, 'göklerde kartal gibiydim' diye başlamaz mı Volkan Konak... Artık böğürerek ağlıyordum. Bir müddet ağladım, rahatladım, 'yapma kendi kendine bunu, bak araba kullanacaksın' diye kendime telkinlerde bulundum, gözyaşlarımı sildim, çıktım havaalanından, cd'yi kapatıp radyoyu açtım ki kederli şeyler dinlemeyeyim, moralim düzelsin diye. Ne çalıyordu radyoda dersiniz? Volkan Konak-Aynalar:
     Anam yok ki sarılsın
     Babam yok ki darılsın
     Vuran elim kırılsın
     Eğletmen beni
     Söyletmen beni
     Aynalar, aynalar...
     Bundan sonrasını anlatmama lüzum yok. Ben konsere geçeyim. 
     Volkan Konak'ın konserin başında da söylediği gibi bu bir konser değil, kabare gibiydi. Anlattıkları, bunları şarkılara bağlaması ve tabi ki şarkıları çok ama çok başarılıydı. Gülmekten çatladıktan iki dakika sonra çok hüzünlenip sonra yine keyiflendiğimiz duygu dolu ve eğlenceli bir geceydi. Barkovizyonda şarkılara uygun görüntüler vardı. Mesela 'Selvi Boylum Al Yazmalım' ve Türkan Şoray'ın muhteşem gözleri gibi. Repertuvarda Haluk Levent'ten 'Sevenler Ağlarmış' da vardı, Edip Akbayram'dan 'Hasretinle Yandı Gönlüm' de. 
     Benim çok sevdiğim Mimoza Çiçeğim'in hikayesini anlattı Volkan Konak. Çok kıskandığı, paylaşamadığı bir kadına yazmış meğer bu şarkıyı. Ne şanslı kadınlar var şu hayatta...
     Yıktın dağlarımı yıktın
     Mimoza çiçeğimsin
     Başkası okşanıp sevilmez
     Delirme sevdiceğim
     Yaktın ciğerimi yaktın
     Yapma sevdiğim

     Volkan Konak'ın tv programı yaptığı zamanlarda gecenin 12'sinde bize bir şişe şarap açtıran 'Yarim Yarim' gecenin en güzel parçasıydı ve uyandığımdan beri hep onu mırıldanıyorum.
    Sen kalem ol ben de kağıt
    Yaz beni yarim yarim
    Çiz beni yarim yarim
    Çöz beni yarim yarim
    Ah beni beni

     Ve tabi Karadeniz şarkılarının en güzeli, benim için ayrı bir yeri olan 'Divane Aşık Gibi':
     Divane aşuk gibi da dolaşirum yollarda 
     Divane aşuk gibi da dolaşirum yollarda 
     Kiz senin sebebune yar senin sebebune
     Kaldım İstanbullarda kaldım İstanbul

     Volkan Konak nev-i şahsına münhasır bir insan gerçekten. 'Sevdiğim, kadınım, sevgilim' demeyi ayıp saymıyor ve ağzına da çok yakışıyor doğrusu. 'Beni herkes dinlemesin. Yere tüküren, karısını döven beni dinlemesin.' diyen bu adam konserinde de güzel cümleler kurmaya devam etti:
     'Aşk şakaya gelmez. Ağaç gibi, kurursa ölür' dedi. 
    'Bütün dil, din, ırk ayrılıklarına karşıyım. Bence sadece iki çeşit insan vardır: iyi insan ve kötü insan' dedi. 
     Samimiyeti ve sempatikliğiyle beni benden aldı. Bugün bile öyle yoğun duygular içindeyim ki yazmak ve rahatlamak istedim. Bir de gitmek istediğimiz Karadeniz Turu'na en kısa zamanda gitmek ve özellikle Maçka'yı görmek, Karadeniz insanını doğal ortamında gözlemlemek istedim. 
     Bu güzel geceyi geçirmemize vesile olan Orçun'a çok teşekkür ediyorum. (Şeydacığım, çok şey kaçırdın ama söz Ada büyüyünce onun için yaptığın fedakarlıkları bir bir anlatacağım oğluşuna)...



20 Ocak 2013 Pazar

Mehmet Ali Birand'ın Ardından...

     Ben en çok biyografi ve otobiyografi okumayı severim. En sevdiğim filmler, gerçek hayattan alınmış olanlardır. Yaşanmışlıkları dinlemeyi de severim. Çünkü merak ederim; diğer insanlar, onlara verilen ömrü nasıl geçirmiş, neler yapmış ve ben bunlardan neler öğrenebilirim diye. 
     Can Dündar'ın kaleme aldığı, Mehmet Ali Birand'ın hayatını anlatan 'Birand, Bir Ömür, Ardına Bakmadan' isimli kitap da yakın zamanda okumayı planladığım kitaplardan biriydi. Ben okumaya fırsat bulamadan, Mehmet Ali Birand hayatını kaybetti.
     Severdim, sevmezdim, bu konuyu bir kenara bırakırsak Birand'ın ölümünün beni çok etkilediğini itiraf etmem gerek. Çok kalabalık bir cenaze töreni oldu. Nerede okumuştum hatırlamıyorum ama 'önemli olan, tabutunun ardından kaç kişi yürüdüğüdür' anlamına gelen bir söz okumuştum. Bazıları buna karşı çıkar, cenazeye gelenlerin bir kısmının gösteriş için geldiğine, timsah gözyaşları döktüğüne inanırlar ama ben bu sözü doğru bulurum. Gerçekten de bütün çıkar ilişkileri ortadan kalktıktan sonra, senden alacak bir şeyleri kalmadığında yanında olan, seni uğurlamaya gelenlerdir önemli olan... Geçen sene Denktaş vefat ettiğinde ailecek O'nun cenaze törenine gitmiştik. İnsan seli sokaklara sığmamıştı, gözü yaşlı teyzeler, amcalar vardı. Onca insan kime, niye gösteriş yapsın ki?  Dolayısıyla Birand'ın kalabalık bir cenazesi olması benim için çok anlamlıydı.
     Yakınları, tanıdıkları, ekranlarda O'nu anlattı, yazılarında O'nu yazdı. Hepsinin söylediği ortak şeyler vardı. Henüz kitabı okumadım ama bu anlatılanlardan ben de kendi payıma düşenleri aldım:
  • Geçmişi geride bırakan bir insanmış. 
  • Her zaman pozitifmiş, her durumda gülümsermiş.
  • Renkli kravatlarıyla hayata renk katmaya çalışırmış.
  • Çok çalışkanmış.
  • Ekip çalışmasına önem verirmiş, çalışanlarını birer öğrenci gibi eğitmiş, bilgi saklamamış. 
  • Kendini işine adamış başarılı insanların pek çoğunun yaptığı hatayı O da yapmış, ailesini ihmal etmiş. 
  • Eleştirmiş ama kalp kırmamış.
  • Ve ağaçlar gibi ayakta ölmüş. Son yazısını göndermiş, son ana kadar ana haber bültenini sunmaya devam etmiş, 'ben hastayım' diyerek köşesine çekilip ölümü beklememiş.
     Ertuğrul Özkök ''Evlerine taziyeye gittim, o evde ölüm ağırlığı yoktu' diye anlattı televizyonda. Çünkü doğum ile başlayıp  ölüm ile biten o parantezin içini çok iyi doldurmuş Birand. Hayatının amacını bulmuş, küçükken yaşadığı sıkıntılara inat sonrasında istediği gibi bir hayat yaşamış. Ve bana kalırsa mutlu ölmüş.
     Allah rahmet eylesin...

19 Ocak 2013 Cumartesi

OĞUZ ÖNDER

    Eşimle flört ettiğimiz yıllar. Sene 96 veya 97 olmalı. Eşim okulunu bitirmiş, İzmir'de uçuş eğitimine başlamıştı ve hafta sonu beni görmek için İstanbul'a gelmişti. O hafta sonu Oğuz'la buluşacaktık, çok sevdiği çocukluk arkadaşına, sevdiği kızı tanıştırmak istiyordu. Taksim'de otobüs duraklarının yukarısındaki telefon kulübelerinin önünde buluşacaktık. Biz biraz geç kalmıştık. Buluşma yerimize vardığımızda Oğuz, telefon kulübelerinin hemen yanındaki demir parmaklıkların üzerine oturmuş, bize muzipçe gülümsüyordu. Öyle bir bakıştı ki o, utandırmıştı beni. Sanki 'ben bu adamı çok iyi tanırım, şimdi tutmuş elinden seni buraya getirmiş, çok aşıksınız siz, anladım ben sizi' der gibiydi. O gün ne yaptık,  nereleri gezdik hatırlamıyorum ama çok güldüğümü, gülmekten yanaklarımın ağrıdığını çok net hatırlıyorum. Oğuz'dan ayrıldığımız zaman 'nasıl bir adam bu böyle?' diye sormuştum eşime. Çünkü ben Oğuz'la tanışmadan önce böyle birini hayal etmemiştim. Benim eşim, çok sakin, az konuşan, ağır bir adamdır. Nasıl olur da onun en sevdiği arkadaşı bu kadar hareketli, eğlenceli, geveze ve komik olabilir aklım almamıştı. 
     Sene 99. Düğünümüzde Oğuz da vardı. Rahmetli Akgün ile beraber bütün gece ortalığı coşturdular. Enerjisi tavan yapmıştı yine. Benimle dans etti o gece ve kulağıma arkadaşının yani benim sevgili eşimin güzel huylarını fısıldadı. Sanki 'bunları bil ve hiç unutma' dercesine.
     Sene 2000. Eskişehir'de yaşıyorduk o zamanlar ve Oğuz bizi ziyarete gelecekti. Ben o zamanlar hiç sevmediğim bir fabrikada çalışıyordum. Akşam saat 6'da evde oluyordum. Mutfakta da çok beceriksizdim. Ertesi akşam için patlıcan kebap yapıp dondurucuya attım, işten gelince de yemeği fırına atar, çorba ve pilav yaparım diye düşündüm. O gece gelmedi Oğuz, kız arkadaş meselesiydi muhtemelen. Bir sonraki akşam geldi bize. Birlikte yemek yedik. Gömleklerini kırışmasın diye arabadan eve çıkarmıştı ama hepsi kırışıktı. 'Ütüleyeyim mi?' diye sordum, istemedi. Ertesi gün de kalacaktı hatta hafta sonu ne yapsak diye konuşmuştuk ama o ertesi gün biz işteyken ayrıldı Eskişehir'den. Fırtına gibi esmişti yine. Oğuz böyleydi, normaldi böyle yapması, durağanlık ona göre değildi zaten. Şaşırmamıştık. Fakat bu görüşmenin onu son görüşümüz olduğunu bilmiyorduk. 
     17 Ocak 2001. İşteydim, mesainin bitmesine az kalmıştı. Eşim geldi. Bazen iş çıkışına yakın beni almaya gelirdi , olağan bir şeydi bu yaptığı. Olağan dışı olan ise onun haliydi. Yürümüyor, sürünüyor gibiydi. Yüzüme bakmıyordu. Anladım, kötü bir şey olmuştu. Eşiniz pilot ise, bu hissi çok iyi bilirsiniz. Bir uçak düşmüştür, biri ya da birileri şehit olmuştur, eşiniz hem 'ben iyiyim, bana bir şey olmadı' demek için, hem de bu kötü haberi sağdan soldan duymayın diye kendi söylemek ister size. 'Kim?' diye düşünürsünüz. Soramazsınız. Bir taraftan da hem çok insani bir davranış olarak hem de son derece bencilce 'Allah'ım ne olur çok iyi tanıdığım, çok sevdiğim biri olmasın' diye dua edersiniz. Böyle hissettiğiniz için de çok ama çok utanırsınız kendinizden. Her şehit olana yanar yüreğiniz, tanımasanız da çok seversiniz zaten hepsini, çok ağlarsınız ama anlamıştım bu defa çok yakın biriydi ama kimdi? 'Oğuz...' diyebildi sadece eşim. Dizlerimin bağı çözüldü, koridordaki duvara yaslanmak istedim. Ellerim titremeye başladı. Vücudumu kontrol edemediğim için sinir oldum. Bağırarak ağlamaya başladım. İşteyim, herkes bana bakıyor, ağlamamalıyım diye düşünüyordum ama kendimi kontrol edemiyordum. Nihayet eşimle göz göze geldiğim an bütün tepkilerim bıçak gibi kesildi. Çünkü karşımdaki adamın acısı o kadar büyüktü, gözlerinde öyle bir acı vardı ki, acımı yaşama biçimimden utandım. İşten izin aldım, eve gittik. O sıralar kardeşim trafik kazası geçirmişti, bizim evde yatıyordu. annem ve babam da bizdeydi. Anlattık onlara. Bizim çok sevdiğimiz arkadaşımız, hayat dolu Oğuz Önder şehit olmuştu. Uçağı Sivrihisar yakınlarında düşmüştü. Her şey bitmişti. Babam sürekli 'tüh be!, tüh be!' deyip duruyordu. Evet baba, çok yazık olmuştu Oğuz'a...
     Soğuk bir Ankara gününde  veda ettik Oğuz'a. O gün cenazede o kadar çok ama o kadar çok üşüdüm ki anlatamam. Evet soğuk bir kış günüydü o gün ama beni asıl üşüten ölümün soğukluğuydu. Ölüm Oğuz'a hiç yakışmamıştı...
    Bir çoğunuza çok saçma gelebilir belki ama yine de yazacağım. O günden sonra ben uzun bir süre patlıcan kebap pişiremedim. Bazen bir koku, bazen bir şarkıdır ya bizi geçmişe götüren bu kez bu yemek oldu bana dokunan. Artık pişiriyorum bu yemeği ama istisnasız her seferinde Oğuz'la yediğimiz son akşam yemeği geliyor aklıma. 
     Yine o günden beri bizim evde her 17 Ocak günü hep aynı şey olur: İkimizden biri 'bugün 17 Ocak' der. O kadar... Başka bir şey konuşamaz ya da söyleyemeyiz. Ama anlarız birbirimizi, paylaşırız acımızı. Bu yıl da öyle oldu. Sessizce paylaştık acımızı. 
     Oralardan bize gülümsediğini biliyorum Oğuz. Bil ki seni çok özlüyoruz. Huzur içinde yat....
     Ve Sevgili Hamdiye Teyze, Ömer Amca, ne yapsak acınıza merhem olamayacağımızı biliyoruz. Buradan size tekrar tekrar sabır diliyorum.